Bu benim dünyam değildi!

:)

23 Ocak 2012 Pazartesi

Gündüzleri "uyanamama" sorunumun yanında bir de geceleri "uykuya yatamama" sorunum olduğunu keşfettim. Dur bir dakika, acaba bu ikisi birbiriyle bağlantılı mı? Hmmmm...

13 Ocak 2012 Cuma

Gitmek Güzeldi(r)

Ocak, şubat, mart... Bana her anlamda en soğuk gelen aylar hep bu aylar olmuştur. Gerçek ayrılıkları, gerçek terk edişleri, gerçek acıları, gerçek depresyonları, gerçek suskunlukları, gerçek saklanmaları ve gerçek değişiklikleri hep bu aylarda yaşamışımdır...

Her ne kadar yenilik taraftarı bir insan olsam da, bir o kadar korkutucu bulur ve ürkek yaklaşırım "yeni"ye... Yeni yıl, yeni ev, yeni araba, yeni insanlar, yeni okul... İlk başta denemesi çok çekici gelir ve giderim; fakat alışma süreci kendi içimde çok sancılı geçer. Eskiye duyulan özlemden ziyade, boşlukta hissederim kendimi bir süre, ya da sahipsiz. Etrafımdakiler hep kötü gelir. Alışabilirsem eğer -ki henüz alışamadığım bir durumla karşı karşıya kalmadım- yine eski mutluluğumu yakalayabilirim, ve bu bir süre böyle devam eder. Ta ki yeni yeni ile karşılaşıncaya kadar.

İsveç'e taşındığım günden itibaren de süreç aynen bu şekilde gelişti. İlk başlarda hiç sevmediğim, yadırgadığım bu "ilkel" yer, ben alıştıkça kapılarını bana sonuna kadar açtı, ve içindeki güzellikleri görmeme izin verdi. Yani aslında çift taraflı gelişti olaylar. Ben ilk başta ne kadar ürkek, ne kadar sıkılgan olduysam o da o kadar çekingendi; zamanla birbirimizin dilinden anlar olduk, bana insanlarını yolladı, güzel arkadaşlıklar kurmamı sağladı, şehirlerini gezdirdi, tertemiz havasını ciğerlerime doldurdu ve eşsiz manzaraları ile beni büyüledi... Linköping, Stockolm, Göteborg, Jonköping, Motala, Berg, Malmö, Kiruna, Abisko, Norrköping... Gittiğim şehirler ve kasabalar... Hele hele Kiruna ve Abisko... Lappland inanılmazdı...

Evimden zaten daha önce de bahsetmiştim. Tam düzenimi oturttum, alıştım, yaratıcılığımı bile konuşturmaya başladım (bu konu benim için çok hassas, eğer ben bir ortamda yaratıcı olabiliyorsam o ortamı acaip derecede benimsemişim demektir) derken, her şeye olduğu gibi İsveç'e de veda vakti geldi çattı. İlk geldiğim günlerdeki kadar gitme özlemi vardı var olmasına, ama zorla kurduğum ve alıştığım düzenimi yerle bir etmek koymuyor değildi... Yavaş yavaş tüm giysi ve çamaşırlarımı yıkadım, bavullarımı hazırladım, sığmayanları çöpe yolladım... Mutfağımı boşalttım, camlarımı sildim, evi tertemiz yaptım ve sadece bana ait olan evimi, o evimin kokusunu orada öylece bırakıp, kapıyı kilitleyip çıktım... 2 gün çok sevgili Şule ve Esin'de kaldıktan sonra 1 geceyi de havaalanında geçirdim.

Havaalanındaki gece de ilginç bir geceydi. 4 ocağı 5 ocağa bağlayan o komik gece... İsveç'te pek sık görülmez aslında trenlerin geç kaldığı; ama Linköping'den, yani kaldığım yerden havaalanına giden tren 20 dakika gecikti. Geldiğinde ise gözlerime inanamadım. Sanırım bizim Halkalı-Sirkeci treninden sonra Avrupa'nın en eski trenine denk gelmiştim (a-haa, demek o yüzden bu kadar ucuzdu bu bilet)! Koskoca 2 bavulu yerden 1.5 metre yükseklikteki vagon kapısına zar zor çıkardım, ve sanırım zaten incinmiş olan belimi biraz daha incittim. İçeride ses sistemi yoktu(yani bir durakta durduğunda onun hangi durak olduğunu anons eden kadın sesi), dolayısıyla tam olarak nerede olduğumuzu anlayamadım... Bir süre trenin aslında havaalanına bile gitmediğini düşünerek, paranoyak planlar yapmaya başladım, havaalanına başka nasıl gidebilirim diye... Neyse ki durağı kaçırmadım, ve 2 bavulla zar zor trenden indim. Havaalanına geldiğimde saat gece 11:50 idi, etraf garip bir şekilde sessizdi ve herkes bir köşeye çekilmiş uyuyordu. Etrafta açık bir dükkan olmamasını geçtim, para atıp kraker falan alınabilecek otomatlardan bile yoktu! Ulan, uluslararası havaalanı burası Stockholm! Kendine gel!! Naptın sen ya?! Ben de kendime bir masa-sandalye buldum, neyse ki priz de vardı (İsveç'in en sevdiğim özelliklerinden biri de her nerede olursanız olun, etrafınızda kolayca ve milyonlarca elektrik prizi bulabilirsiniz) ve bilgisayarımı fişe taktıktan sonra film izleme moduna geçtim. Sanırım bulunduğum ortam ve psikolojik durum itibariyle izleyebileceğim en güzel filmlerden birini izledim: Into the Wild... Gerçekten çok etkileyiciydi, bittiğinde saat 3:30 olmuştu bile... Sonrasında ne mi yaptım? Bavullarımı koyduğum araba ile biraz ortalarda volta attım, sonra pes ettim ve bir kanepe bulup uzandım... Saat 6'da kalktım ve 6'da açılacağını öğrendiğim Mc'donaldsa gidip 2 tost 1 kahve ile kahvaltımı yaptım...

Stokholm Arlanda Havaalanı'nda geçirdiğim ilginç gece ve öncesi böyle iken, saat 8:35 surlarında İsviçre'nin Cenevre kentine doğru uçuşa başlamıştım bile Tarih: 5 ocak 2012... Hesapta 10 günlük Cenevre dayı-yenge-kuzen ziyaretinden sonra Türkiye'ye dönecektim, ama ortam değiştirme konusunda ciddi psikolojik problemleri olan ben, aslında bunun pek de iyi bir fikir olmadığını, dayımlarda oturup konsantrasyonumu bir türlü toparlayamadığım "AI Programming" dersinin projesini yapmaya çalışırken fark edecektim... Ortam değiştirmek; gezip görme, deşarj olma, yorulmama ve kendini sokaklara adama açısından bana iyi gelse de, ders çalışma, kitap okuma, ciddi konulardan bahsetme vb orta ve yüksek derecede konsantrasyon gerektiren durumlar için hiç de uygun şartlar oluşturmuyordu... Örneğin bugün hesapta erken kalkıp öğlene kadar konsantrasyon sorununu çözebilir ve öğleden sonra ders çalışmaya başlayabilirim diye düşünerek evde kalmayı seçmişken, öğlen uyanıp, öğleden sonra kahvaltımı yapıp tüm günümü, akşamımı ve şu an da görüldüğü üzere gecemi internet başında ya facebook, ya twitter (sanırım hayatımda twitter'ı en aktif kullandığım gün bugün oldu), ya geeksaresexy, ya 9gag ya da blogger'da geçirdim/geçirmekteyim... Zannederim Türkiye'ye dönene kadar bu böyle gidecek ve Türkiye'ye döndüğümde projeyi tamamlamak için bu kez vakit yokluğundan şikayet edeceğim. Gerçi her ne kadar eski ortama dönüş de olsa Türkiye'ye gidiş bir tür ortam değiştirme olacağı için, hala konsantrasyon sorunundan şikayet ediyor olabilirim. Göreceğiz.

Türkiye'ye dönmeme 2 gün kaldı... Yine gittim, ve yine dönüyorum... Daha önce de binlerce kez demiştim: Gitmek güzeldir. Ya da güzeldi, yani bu düşüncelerin artık yavaş yavaş geçmişte kalmaya başladığını hissediyorum. Zira ayağım ve kalbim artık daha sıkı bağlanmaya başladı anavatana (ya da anavatandaki bazı şeylere)... Mesela aşk çok güzel. O kadar güzel ki, bazen en sevdiğiniz şeyden bile vazgeçmek zorunda kalsanız koymuyor. Aile de çok güzel. Artık düşünüyorum da, aileye önem vermek lazım. Onlarla mümkün olduğu kadar daha fazla birlikte olmaya çalışmak lazım. Sanırım bunu anlamam için 3 yıldan beridir yaşadıklarımı yaşamam gerekiyormuş. Ya da gerekmiyormuş, yaş icabı zaten zamanla anlayacakmışım, bilemiyorum. Önemi yok, sonunda anlayabilmiş olmak da güzel. Velhasılkelam, Merve artık eskisi kadar fazla gitmeyecek sanırım. Gitmek bir tutku, başlı başına farklı bir aşk, ve bir yaşam tarzı. Amma ve lakin, artık bencillik ettiğin hissine kapıldığın zaman, kalman gerekir ve bu daha büyük bir aşkın göstergesidir... İlahi aşk deseniz, her yerde aynı. Onun için gitmek gerekmiyor, ama görmek gerekiyor... Kaybettiği şeyleri de nereye giderse gitsin, bulamıyor insan.

O vakit, zaten her yerde dinlediğin şarkılar ve düşündüğün kişi aynıysa eğer, bir süre ara verme zamanı gelmiştir gitmelere, ve tekrar başladığında ise yalnız olmayacaksındır... Artık "Her an gitmeler üzerine..." konulu başlıklar, soyut aleminde yapacağın çok daha uzun yolculuklar için saklanacaktır. Gitme faslı kapanmıştır...