Bu benim dünyam değildi!

:)

28 Aralık 2010 Salı

Çikolatalı Pudingli Kek

Baylar bayanlar, size yeni keşfettiğim ve paylaşımcı biri olduğum için sizlerle paylaşmak istediğim nefis kek tarifimi sunuyorum: Çikolatalı Pudingli Kek!... Yo yoo, sandığınız gibi pudingi pişirip üzerine sos gibi koymayacağız, tam tersi, pudingi pişirmeden, kekin içine harç olarak koyacağız... Deneyin, tadın, harika oluyor =)

Evet bu nefis kekimiz için önce malzemeler:
  • 5 Yumurta
  • 125gr margarin (ama bence sıvı yağ da olur)
  • 80gr bitter çikolata (koymasanız da olur)
  • 1 çay bardağı şeker
  • 1 tutam tuz
  • 1 paket çikolatalı (ve hatta tercihen çikolata parçacıklı) puding
  • 1 su bardağı çekilmiş fındık
  • 1 paket kabartma tozu
  • 1 paket şekerli vanilin
...ve işte hazırlanışı:

Öncelikle margarini ateşte çikolata ile birlikte eritiyoruz ve soğumaya bırakıyoruz. Bu esnada yumurtaların akları ile sarılarını ayırıyoruz. Aklarını 1 tutam tuz ile iyice köpürene kadar çırpıyoruz. Sarılarını da şeker ve vanilin ile 4 dakika çırpıyoruz, o da köpük köpük oluyor ve şeker tamamen eriyor. Erimiş margarini de ilave edip 2 dakika daha çırpıyoruz. Başka bir kapta toz pudingi, fındığı ve kabartma tozunu karıştırıp, yumurta sarılarının içine ekliyoruz ve yine birkaç dakika çırpıyoruz. Ardından yumurta aklarını da bu karışıma katıp tahta bir kaşıkla iyice karıştırıyoruz. İşte kek harcımız hazır :) Kekimizi 160 derecelik önceden ısıtılmış fırında 30-35 dk kadar pişiriyoruz...ve oh la la... Afiyet olsun :)

Çok da güzel oluyor.

9 Aralık 2010 Perşembe

Güncel

Yoğun bir hafta... Ağ güvenliği ödevi yeterince zamanımı çalmakta, çünkü fazla aşina olmadığım konularla ilgili güzel ve yapmak istediğim bir ödev olunca 3 gündür gecem gündüzüme karışmış haldeyim...
Demin elektrikler gitti, bu kadar olur dedim yahu... Uzun zamandır bu derece şevkle ve istikrarlı çalışmıyordum, tam çalışırken olmadık şeyler gelir oldu başıma. Bu konudaki bir diğer örnek de, normalde bomboş geçen haftalarımın, tam ödev yapacakken olmadık meşguliyetlerle beni alıkoyması... Ya hocalar tam ben 2 CRR konserine bilet almışken ve gündüzleri de okula gidip çeviri yapmam gerekirken dopdolu geçeceği önceden belli olan haftama denk getirip ödev veriyorlar, ya da sen büyüksün Murphy... Cidden başka da bir şey demiyorum...
Yazım serzeniş diye anlaşılmasın. Aslında bu kadar uzun süre boş kaldıktan sonra gelen meşguliyetten memnunum :) Eski formuma yeniden kavuşabileceğimi hissettiriyor... Düşünüyorum da, lisans 1.,2.,3. sınıflarda 1 dönemde 8 ders alıyordum, nasıl da yetiştiriyormuşum helal. Şimdi olsa yapamazmışım gibi geliyor. Üstümde hiç hak etmediğim bir yorgunluk var, ama şu 2 hafta azami düzeyde yoğun geçti, e mükafatı da bir o kadar güzel olacak :P (Haftasonu Edirne'ye gidiyorum da... :))
Tabi bu haftadan sonraki haftalar yine eski temposuz tempoma dönecek değilim. Öncelikle 14 aralığa yetişmesi gereken makine öğrenmesi ödevi var. Sonra olasılık projesine de başlamadım daha... Onun da 27 aralığa yetişmesi lazım ama zor görünüyor... Bakalım... Çalışmayı özlemişim. Çünkü nerden baksak hazirandan beri bomboşum. Alışık olmadığım bir durum ama demek ki vazgeçilemiyor ki şu zamana kadar değiştirmek için uğraşmadım. Gerçi birkaç güne belli olacak, bakarsınız bir anda kendimi başka yerlerde buluveririm :P Hayırlısı...
Naapsam yaa... Yatsam, yarın mı yapsam ödevi... Zaten geç oldu ve 2 gündür sabahlıyorum. Yoksa bu gece de sabahlayıp yarın mı geç kalksam?... Karar veremedim ama gidişat "ben yatayım abi yaa..." yönünde. Son 1-2 bişey deniyip yatıcam.
İyi geceler siz... iyi geceler İstanbul...

Not: Artık daha güncel yazmaya karar verdim.

2 Aralık 2010 Perşembe

sahip olduklarım, kaybettiklerim ve olamadıklarım... hep bunları düşünmesem!


26 Kasım 2010 Cuma

Onlar

"Yeni bir gün başlar ve yine kalkarsın yataktan isteksizce... anıları hatırlamak istemediğinden değil, onları hiç yaşamamış olmayı dilediğinden dolayı..."
***
Kafanda dönen cümleler... bir cümle... bir cümle daha... kimi zaman ardı arkası kesilmeyen haykırışlar...ama hepsi beyninin içinde, bir dışa-vurumu olmaksızın iliğine kadar kemirmektedir 24 saat.
***
Yalnızlık, mutsuzluk ve halsizlik beşer-i hallerinin bedeninde yarattığı uyku semptomları, sordurur olmuştur en saçma düşünceleri şu hayata: "Onu kıskanıyor musun?"... Hastalıklı, kötü, hatta iğrenç bir düşünce bu, ama alamazsın kendini hayatı kıskanmaktan. Annelerinin bir diğerini sevmesini kıskanan küçük çocuklar gibi, senin de toprak ana tarafından en azından bazı kardeşlerinden daha çok sevildiğini görmek okşar ruhunu -ama gör(e)mezsin-. Ya herkese eşit davransın, ya da seni de "öncelikliler listesi"ne alsın istersin. Etrafındaki insanların mutlu olduklarını görmek acı verebilir bazen, her ne kadar narsist bir davranış olsa da. Kimi zaman başkalarının da senin kadar dipte olduğunu görmek istersin, hatta sırf bu yüzden yaralarını deşmek istersin acıyacağını bile bile. Sadist bir tatmin duyarsın senden daha hüzünlü birini gördüğünde. Hayat tarafından daha çok sevildiğini görme huzuruna erişirsin; ancak o zamanlarda anlarsın sana da iltimas geçildiğini.
***
Günler geçer. Sen hala aynı koltukta, aynı pencerenin önünde yaprakların dökülüşüne ve yeniden canlanışına şahit olursun. Ruhsal ya da fiziksel bir değişimin olup olmaması önemli değil, önemli olan beyninin içindekilerin yavaş yavaş siliniyor olmasıdır. Günler geçtikçe kendine sorduğun aynı sorulara farklı cevaplar verdiğini görürsün. Olayları farklı hatırladığını, hatta bazen hatırlamadığını fark edersin. Hatırlamamak düşünmemekten değil, bilakis, yoğun bir şekilde düşündüğün ama zuhur olmayan kişilerden kaynaklıdır... Gözlerini, hatlarını, yüzlerini, kırışıklıklarını en ince ayrıntısına kadar hatırlıyor olsan bile yavaş yavaş kayıp gitmektedir beyninden. Bir kar mevsimi, sonra bir kar mevsimi daha... Geçip giden kar mevsimlerinin ardı sıra gider aklından her bir kırışıklık şahs-ı muhteremlere ait... Acıdır, kanatıcıdır... Bilmezler... Ama sen fark edersin... Fark ettiremezsin...
***
Onlar bilir, onlar görür, onlar duyar, onlar söyler, onlar anlatır... Onlar hep yaşamıştır. Onlar tanık olmuştur bir çok şeye. Onlar deneyim sahibidir. Onlar kazanmış ve onlar kaybetmiştir. Onlar tadını çıkarmış ve onlar tüketmiştir. Anlamlı, anlamsız konuşurlar. Sorsan da sormasan da konuşurlar... Dünyanın sefasını süren de, cefasını çeken de onlardır. Hatta sükût eden de onlardır. Sen nesindir, senin dile bile getiremediğin düşüncelerinin ne önemi vardır? Kimseye anlatamadığın yaşancanın ne değeri vardır? Onlar, onlar, onlar... Toprak ananın en sevdiği evlatları, her konuda söz sahipleri... Ama bilmezler... ve sen fark edersin... Fark ettiremezsin...
***
Sormak istediğin ne çok hesap vardır toprak anaya... Kılını kıpırdatamazsın... Oysa onlar olsa, en ufak yarada avazları çıktığı kadar bağırır, dünyayı inletirler... Ondan sonra senin sessizliğine bakıp bencil derler... Oysa yaptığın tek ve en büyük bencillik, benzer şeyleri yaşamalarını dilemendir... Çünkü bilmezler ve fark ettiremezsin...

19 Kasım 2010 Cuma

19.11.2010

Bugün kayıtlara geçsin... :)
Sevindik, çok sevindik...

Official olma durumları :P

9 Kasım 2010 Salı

Stop Crying Your Hearth Out...

hold on.
don't be scared.
you'll never change what's been and gone...

Oasis

7 Kasım 2010 Pazar

Efes Pilsen Blues Festivali 21

Yine güneşli bir pazar gününe uyandık bugün! İnsan enerji doluyor, gezesi falan geliyor (bugünümü tamamen derslere ayırmış olsam da)... Bu mutlu pazar gününde ben hariç birçok kişinin planı vardır, çalışan arkadaşlar için güneşli pazar çok değerli... Benimse bu haftasonunu gezmelere ve eğlenmelere doygun geçirmemin sebebi, cuma günkü Efes Pilsen Blues Festival... Lütfi Kırdar'daki festivalde tahmin edileceği üzere müzik süperdi, danslar harikaydı, "o" çok tatlıydı :) ve tüm bunların yanında solak olup sağ elektrik gitarı ağlatırcasına çalan muhteşem siyahi müzisyen çok ilginçti :) Öte yandan 2. çıkan grubun lacivert takımlı piyanisti&vokali beyaz amca çok ama çok enerjikti, coştuk... Bunun haricinde Lütfi Kırdar'ın temiz atmosferi sayesinde wc'lere kadar hijyen seviyesi mükemmeldi. Hınca hınç pis kalabalık yoktu, insanlar rahatsız edici değildi. Belki cuma gününün güzelliğindendir o, cumartesi ortam nasıldı bilemeyeceğim...
Şikayet edilecek kısım, Efes'in düzenlediği festival olmasına rağmen bira fiyatlarının yüksek olmasıydı.
Çıkarken posterlerimizi aldık, lacivert takımlı beyaz amcaya imzalattık, gitarlı penalı anahtarlıklarımızı aldık ve sisli bir İstanbul gecesine Harbiye'den açıldık... Böyle bir etkinlikten haberi dahi olmayan "ben" kişisini götürüp yaşattığı muhteşem akşam için sırr-ı mukaddese (blogundan alıntıdır) tekrardan teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsın :)
...veee işte sizi fotolarla başbaşa bırakıyorum. Turkuaz gitarlı abimiz bahsettiğim solak gitarist olmakla birlikte, maalesef çıkan ilk 2 grubun fotoğraflarını çekemedim. Bu yüzden Kenny Neal'ın grup fotolarıyla idare edeceksiniz... Herkese hayırlı pazarlar efenim....







3 Kasım 2010 Çarşamba

Beğendiğiniz bedenlere hayal ettiğiniz ruhları koyup aşk sanıyorsunuz...
W. Shakespeare

29 Ekim 2010 Cuma

dilimin ucundakiler

Lanetlenmiş hissediyorum bazen. Ya size yaptıklarım yüzünden beni lanetlediniz, ya da zaten böyle doğmuştum ama büyüyünce fark ettim... Yine de söyleyeyim, aslında iyi biriyim. Kötülüğünüzü istemediğimden eminim. Günah çıkarmak gibi olacak ama, üzmek istememiştim...

25 Ekim 2010 Pazartesi

parmağımın ucundakiler

Uzun süredir yaz(a)mamanın verdiği pas vardır parmak eklemlerinde, beyin hafif tozlanmış olduğundan, kafadakileri sisli görmektedir. Böyle durumlarda parmakları iyice ovuşturup klavye denemeleri yapmak, temiz bir mikrofiber bezle de nazikçe beynin tozunu almak gerekir... Daha sonra yavaş yavaş kolaylaşmaya başlar her şey. Birden kendinizi kapalı kapılar ardında masa lambası, bilgisayar ekranı ve masa lambasının hedefindeki klavye ile buluverirsiniz. Rahatlamak ve moda girmek için sürekli dinlediğiniz müzikal şarkıları da tercih edebilirsiniz... ama benim bugünkü ilham kaynağım şarkılar değil, "evet, ben de yazabiliyorum aslında" güdüsünün getirdiği gaz oldu desem yeridir. Bu yüzden biraz afilli yazsam -ki yazamam, genelde cümlelerim basittir- ya da afilli düşünüp düz yazsam belki biraz mutlu olur ve günü kurtarırım...

Evet okuyucu... Yine baş başayız. Emin ol bu sayfada sen ve benden başka kimse yoktur. Hatta bazen ben de yokumdur, yalnızca sen varsındır... Sol paneldeki kırmızı bıdıyı görüyor musun? Heh, işte o sensin. Seni bulduk. Şimdi sıra beni bulmaya geldi. Soruyorum o halde, beni tanıyor musun? Hayır hayır, adımı biliyor olman yetmez. Arasan mesela, el yordamıyla, bulabilir misin nerede olduğumu? Öte yandan, kimimdir, neyin nesiyimdir, yazılarımı okursun da, neden böyle yazdı der misin hiç? Burada yazılanları okurken kendi alemine mi dalarsın, yoksa beni mi anlamaya çalışırsın? Saçma değil bu sorular, önemli sorular...

Yaz okuyucu... Derdini anlatmak için sen de yaz. Bak, yukarıda ne diyor: super girls don't cry... O yüzden, ağlamayı kes ve sen de yaz. Böylesi daha doğru.

Sırası gelmişken, blog adında yaptığım değişikliğin nedenini anlatayım :) Efendim, ilgisayar iyiydi, hoştu ama ilk seferde öyle bir isim takmamın sebebi belki biraz mesleki yazılara yer veririm düşüncesiydi, amma ve lakin hiç de öyle olmadı, tamamen kişisel yazılarla dolu kişisel bir blog oldu, e hal böyleyken ilgisayar ismi absürt duruyordu... Düşünmedim fazla yeni isim hakkında, aklıma ilk gelen ismi denedim ve geçer not verdi sağolsun blogspot :) Böylece blogum yeni ismiyle karşınızda :) Boş bir vaktimde dizaynı da biraz değiştirmek istiyorum. Ama içimden bir ses ona daha çok var diyor :)

Yaa... İşte böyle... Yazmak güzeldir... Gitmek çok daha güzeldir... Gitmek mutlu eder abicim evet. Herkese de tavsiyem, gidebildiğiniz en uzak yer neresiyse oraya kadar gidin. Hiç de "aman efendim insanın gitmesi önemli değil yanında kendini götürdükten sonro bür şöy döğüşmöyöö ebühüdü ehlele hebele höbele bla bla blaaa" derseniz size diyebileceğim en kısa sözcük, affınıza sığınaraktan: "nah". Gitmek güzeldir ve insanı güzelleştirir. Tüm problemleri de arkada bıraktırır. O halde, hadi, gidiyoruz gençler...

14 Ekim 2010 Perşembe

...biraz Cemal Süreya...

Bir şeyiniz olayım sizin,
Hani nasıl isterseniz,
Oğlunuz, kiracınız, sevgiliniz;
Dünyanın bir ucuna
Birlikte gider miyiz?

Cemal Süreya

31 Ağustos 2010 Salı

Ruh Adam'dan...

"Bana insanlardan mı bahsediyorsun? İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir."
Atsız

29 Ağustos 2010 Pazar

Deli Dünya

"Mad World" şarkısını her dinlediğimde, dünyaya haykırmak istediklerimi Gary Jules'tan duyuyorum... Yumuşak ses tonuyla şöyle diyor dünyaya: "evet dünya, sen gerçekten çıldırmışsın"...
***
Yarın yok. Gelecek güzel günler de yok. İnsan büyüdükçe düşüyor ömür puanından günden güne. Problemler artıyor, mutluluklar boyut değiştiriyor sürekli ve yoruluyor insan git gide. Hevesler aynı değil, umutlar azalmakta, sevinçler gelip geçici, tartışılan konular hep havada, herkes dertli ve herkes gözlüklerini doldururcasına ağlıyor... ve aslında komik olan, bir açıklamaları yok... Çünkü öyle olmak yaşadıklarını hissettiriyor, çünkü öyle olmak revaçta... Çünkü dünya kafayı yemiş ve insanlar buna ayak uydurmakta hiç zorluk çekmiyor... Mutsuz olmak o kadar kolay ki, sahte depresyonlar yaratıp sözde "problemlerim var" yüz ifadesi takınmak için can atıyorlar bile diyebiliriz... İlgi bekledikleri için mi? Sanmıyorum... İçlerine baktıklarında daha yaratıcı bir benlik geliştirebilmek ve daha derin olduklarını hissedebilmek için... Saçma veya değil... Komik ya da üzücü... Bilmiyorum...

"Doğruca içime, bana doğru bak"... Çıldırmış bir dünyada sahte mutsuzluklar yaratıp gerçek mutlulukları kaçırmak istemiyorum. "Otur ve dinle" ile şekillendirilmek istemiyorum...Yok yere gözlüklerimi ıslatmak istemiyorum, ve gideceğim bir hedef yoksa gelip geçici yarışlarda boğulmak istemiyorum. İyisi mi sen beni gerçek üzüntülerimde boğ, yalan satırların anlamsız kelimeleri ile uğraştırmadan ruhumu. Yarın yok belki, belki gerçekten de yok bu kez. Ne kadar komik değil mi? Bir o kadar da üzücü...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Mutluluğa Dair

Biraz saçlarımı okşayabilir misin? Sevmem ben saçlarıma dokunulmasını. Acıtıyorlar...ama acıtmadan okşayabilirsen dalabilirim rahatça hafif bir uykuya... Fark ettin mi, gözlerimde çocuksu bir ifade var, mutlu gibiyim sanki, bu normal mi? Gördüğüm rüyaları pek hatırlamıyorum bir süredir, gece uyanırsam aklımda oluyorlar da, sabah kalktığımda hep büyük bir boşluk... İstemiyorum boşlukları, sevmiyorum. Boşluklarını doldurabildin mi sen? Neydi ki en büyük boşluğun hayatta?...

Hiç ses çıkarmayacağım, söz. Sadece oturacağım. Gözümü de dikip bakmayacağım sana. Rahatsız olabilirsin. Her zaman orada duran uzaktaki noktam var benim. Her nerede olursam olayım, aynı nokta. Ona dikerim gözümü, gördüğüm şey hep aynı bu yüzden. Sana bakıp başka şeyler görmek istemiyorum, bu sebeple sen de sev o noktayı, istersen anlatabilirim de nasıl göründüğünü...

Kahkahalar atmak istiyorum. Sahte, gerçek, fark etmez. Eder mi? Her iki türlü de mutlu görünebilirim sonuçta. Benim için önemli değil, ama sanırım senin için önemli. Bir dakika... Sahte olmamalıyım...

Biraz sessiz kalalım mı?... Çok konuşmuyorum, farkındayım...yine de biraz sessiz kalalım. Rüzgar sert birkaç gündür, yüzüme vuruşunu izlemek çok keyif veriyor. Sen de hissedebiliyor musun rüzgarı? Yok yok, böyle olmayacak. Konuşmamız lazım...

Garip mi? Duyamıyorum, garip olduğumu mu düşündün az önce? Daha önce de okumuştum bunu gözlerinden. Garip olabilirim, garip bir mutluluk var içimde.

Mutluluğa dair konuşmak zormuş. Sesin nereye gitti? Tamam, şimdi sadece dinlenelim. Şu ilerideki yokuşu tırmanmak için nefese ihtiyacımız olacak... Haydi kalk, dinlendin mi?... Sana biraz su getireyim...


Not: Şarkı için İrfan'a teşekkürler :)
Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.
Ama evet! Yeri gelir susarım.
Canımı çok y
akan şeyler olur ama yine de susarım, tükenirim.
Buna izin de veririm aslında... Salaklığımdan mı? Hayır!
Ben kimseye ''GİT'' de demem, diyemem.
O kişi vazgeçilmez olduğundan mı? Hayır.
Ona o kadar şeye rağmen,o kadar değer veririm ki, hergün yaptıklarına utansın diye.
Ama bir gün öyle bir giderim ki;
Kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!

Sunay Akın

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Düşünceler - II

Severdin akşamın karanlığını da, derin uğultusu altındaki sessizliğini de, uzaktan yankılanan paçavra gürültülerini de, bilhassa yazları çarşaf gibi serilmiş çimlerin üzerinde uçuşan ağustos böceklerinin korkunç ama bir o kadar huzur verici neon yeşili renklerini de... İnsanları pek sevmezdin akşam saatlerinde. Tahammül edebildiğin tek insan kendindin çünkü. Kendi kendine konuşurdun. Hem de sesli... Düşünceler gündüz kafanda yankılanırdı, bin bir saçma haliyle; fakat akşam çöktü mü onların da dışarı çıkma vaktiydi kapılarından -dökülüyordu ağzından bin bir saçma kelime, kimi zaman kopuk ve anlamsız, hava almaya çıkmış mahkumlar gibi, ama hiçbir gardiyanın gözetiminde olmaksızın-. Ah bu düşünceler... Karanlık olmalıydı özgürce düşünüp söyleyebilmek için. Utanmamak için yüzün hep karanlıkta kalmalıydı açığa çıkarken tüm her şey. Kelimelerin notaları vardı kafanda; konuşurken, mırıldanırken kaydedebilseydi biri eğer, tekrar dinlediğinde kağıda dökebilirdin ertesi gün.

Özgürlük demişken, bunun tanımını yapabilir misin? Sormuştu adam bugün bana. "Aklından geçen her şeyi yapmaya teşebbüs edebilecek cesareti ve kuvveti kendinde bulmaktır" diye yanıtladım. Görecelidir, sen de biliyorsun. Sana sorduklarında da aynı cevabı verecektin, biliyorum. Bu yüzden her ne kadar gündüz vakti düşünceleri sese dökebilecek cesareti kendinde bulsan da, bunu yapmıyordun. Bu sana neyi hatırlatıyor? Evet, özgürdün, aslında her şeyi yapmaya cesaretin vardı, ama sınırlandıran bir şeyler de vardı havada... Hemen açıklayayım: Kendi kendinin efendisiydin öncelikle. Bu da sana kendi kendini sınırlandırabilme hakkı veriyordu. İstediğin kadar özgür olabilirdin, ve bir o kadar da mahkum. Sahi, düşünceleri düşündüğünde, hangisinde daha mutlu olabilmiştin? İşte bu da ikinci soruydu bugünkü. Kendi kendinin efendisi olduğun bir evrende, kendine sınırlar çizmek, prensipler belirlemek ve onlar dahilinde hareket etmek mi daha mutlu kılıyordu seni, yoksa kısacık vadende sınırsız yaşayabilmek miydi önemli olan? O günden bugüne kadar kimse dillendirip soramamıştı bu soruyu belki. 1-2 kere aklına geldiğinde de geçiştirmiştin. İşte bir yeni düşünce daha, bu akşam serbest kalması gereken! Karanlık çöktüğünde bunu bir kez de sen kendine sesli sordun, bunu duydum. Cevap, yok. Olması gerekmiyor.

En çok akşamı severdin... Hava kararsa, hatta herkes bir an önce yatsa, sokaklar boşalsa, kiri pası görünmese şehrin, yapacağın ilk şey gözünü havaya dikmek ve bir yıldız aramak olurdu. Bugünkü sen, aşağıda oturan; bulduğun yıldıza, yani yarınki sen'e düşünceleri anlatıyorsun. Rastgele. Ağzına geldiği gibi. Cümlelerin başı ya da sonu olması gerekmiyor. Aslında başlı başına bir düşünce de olması gerekmiyor kafada. Yeter ki konuş. Yeter ki kendi sesini duy. Kolay iş değil yaptığın. Düşünceleri notalara dökmek kolay iş değil... Burada her harf bir nota, her kelime konuşma senfonisinden bir parça... Senfoni yazmak kolay değil...

Çok iyi tanıyorum seni. Ciğerini biliyorum. Biliyorum, ama yüzüne vuramıyorum bazı şeyleri. Tanımazlıktan geliyorsun öyle yapınca. Bana bile tahammülün yok. Yapayalnız kalmak istiyorsun her akşam, ve tezattır ki her sabah seninkinden farklı bir ses olsun istiyorsun evde. Farkındayım. Farkındayım ve elimden bir şey gelmiyor. Şimdilik... Şimdilik izin veriyorum, derbeder olmak mı istiyorsun? İzin veriyorum, çünkü kendi kendinin efendisi olduğun o küçük evreninde ben de senin efendin sayılırım. Çünkü ben, senim. Sen de aslında bensin. Daha dikkatli baksan...

O halde devam et ve biraz daha bat. Çıkışı çok keyifli olacak bu sefer, hissedebiliyorum...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

yine geldim :)


Öncelikle hayırlı ramazanlar efendim...

Son yazım tatil öncesi sendromlarımı yansıtmış. Şimdi okuyunca komik geldi. Evet, tahmin edildiği üzere hocadan izin alıp işi bıraktım :) ve kendimi mis gibi tatil planlarının kollarına attım. Önce Akçay, ardından Bartın ve arada bir Tekirdağ olmak üzere bu sezon 3 denizimize de girmiş bulunuyorum. Bu sıcaklar yüzünden hepsi birbirinden ılıktı, serinletemedi, ferahlayamadım. Kumlar kızgın olmasına kızgındı ama serin sular olmayınca bu konsepti de kaçırmış olduk... Velhasılkelam, artık daha rahat, daha az stresli, daha hevesli ve daha dinginim. Çok az zihin karmaşaları kalsa da onları da eylül sonuna kadar halletmeyi planlıyorum.

Güzel bir tatil geçirmemde emekleri olan Esra'ya, Tuğba'ya, Emir'e :), Akçay'daki tüm arkadaşlara, Bartın'da kuzen Serkan'a ve arkadaşlara, benimle Tekirdağ'a gelen Duygu'ya, kuzen Emre'ye, güzel ve önceden planlanmış bir tatili son anda iptal ettiğim için gösterdiği anlayıştan dolayı Erhan'a (tekrar özür) ve tüm aileme çok ama çok teşekkür ederim.

Madem artık İstanbul'dayım, biraz ilgileneyim seninle blog... İyi geceler efenim.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Beni azad edin!

Microcontroller programlamaktan pek anlamasam da öğrenmeye çalışıyorum ve boğuluyorum! Her sabah 10-6 arası Yıldız'dayım. İyi, hoş, güzel de, tatil yapmıyorum 2 yıldır be kardeşim, hazır üniversiteyi de bitirmişken bir tatil yapaydım, enerji depolayaydım, kendime geleydim, sporuma devam edeydim, fena mı olurdu??!!


Kelebek Vadisi'ne gitmek istiyorum. Temmuzda izin alıp gideceğim. Gelmek isteyen? :) Oradan da Ege, Akdeniz, sahil şeridinden devam etsem... Kumda koşsam, denizde zıplasam, diplerde yüzsem, günler geçmese...

Yok yok, bu böyle olmayacak. Tatil şart...

25 Haziran 2010 Cuma

Bir süredir feysteki "İz Bırakan Kitap Cümleleri" sayfasını takip ediyorum. Hoşuma giden yazılar oluyor. İşte bir yenisi daha:

küçükken nasıldı diye sordu anneme
"küçükken yaramazdı"
dedi annem
tebessüm
etti
doğru mu dedi gözlerime bakarak
...doğru dedim
ve aynen
tekrarladım annemin sözlerini
"küçükken yaram azdı"


Yasin Semiz

22 Haziran 2010 Salı

Oldu da bitti maşallah...

Şu son 1.5 hafta nasıl geçti hiç anlamadım...

Mezuniyet balomuz, Başarı Cruises adlı teknede gerçekleşti. Yedik, içtik, coştuk, eğlendik, dans ettik, tepindik falan derken, birkaç gün sonra kendimi diploma töreninde buldum. Adımız okundu, hocalarımızdan belgelerimizi aldık, mühendislik yemini ettik, kepleri havaya fırlattık, derken o da bitti, evlere dağıldık... Hemen ertesi günü kuzenlerle Kuşadası'na tatile gittim kafa dinlemeye. Kimsecikler yoktu, sezon açılmamıştı, güzelce dinlendik, eğlendik, yüzdük, gezdik... Derken o da bitti, dün İstanbul'a döndüm. Bugün ise Yıldız'dayım... Bitirme projesinin devamını yapmaya başlamak için hocamı bekliyorum. Yazım burada geçecek gibi. Yükseklisansa başvursam, bir de kadroya girebilsem tam süper olacak. Bunun için yazımı burada geçirmeye razıyım. Zaten artık tatil kavramının ne olduğunu tam hatırlamıyorum. Eskiden nasıl da güzel tatil yapardım, aylarca...

Hadi bakalım diyor, ve sıcak yaz günlerinin İstanbul ayağını biraz kuşkuyla, biraz korkuyla, biraz da merakla bugün başlatıyorum...


9 Haziran 2010 Çarşamba

Ne zaman içime biraz fazla baksam
yükseklik korkum depreşir

Murathan Mungan

8 Haziran 2010 Salı

Uyumak istemiyorum, hayır.
Çünkü uyursam zaman benim kontrolüm dışında, fark etmeden, çok hızlı akıp geçecekmiş gibi geliyor. Oysa ben, günler geçmesin istiyorum şu sıralar... Hala yapacağım çok şey olduğu için değil aslında tam olarak. Bitirme projem tamamlanmamış olduğu için, ya da iş başvurusu için gereken kodları tamamlayıp formu doldurmamış olduğum için de değil aslında...

Sadece biraz daha yavaşlatabilmek için akıp giden zamanı, gün doğumlarında uyanık oluyorum çoğu kez...

Yahu bir tek ben miyim mezuniyeti bu kadar dramatize eden?? :)

6 Haziran 2010 Pazar

Tebrikler...

Mezuniyet törenime gösterdikleri ilgiden dolayı aileme çok teşekkür ediyorum!!!!


Hepinize çok kızdım!...

5 Haziran 2010 Cumartesi

...ve biter

Şu linki referans göstererek başlamak istiyorum yazıma:
http://ilgisayar.blogspot.com/2010/02/yeni-ve-umarm-son-donemim-hayrl-olsun.html

Dün lisans hayatımdaki son yazılı sınava girdim: Diplomatik Yazışmalar :) Zaten 2 tanecik finalim vardı bu dönem, biri biyoenformatik diğeri de buydu, ikisi de iyi geçti. Bu arada seminerden de A'yı çaktım hehe... Her şey iyi güzel hoş da, bir şeyler eksik, eksiliyor, ben ilerlerken zaman geri gidiyor kafamda, hatıraları düşünüyorum, arkadaşlarımı düşünüyorum, her şeyi ne kadar özleyeceğimi ama bir daha asla böylesine doya doya yaşayamayacağımı düşünüyorum... Lisans hayatımın son dönemi biterken kelimeler kifayetsiz, anlamsız kalıyor... Okyanusun ortasına atıyorlar beni sanki helikopterden... Bambaşka ve istemediğim hayatlara yelken açıyor gibiyim, rüzgar tek bir yönden esiyor ve ben yelkeni kontrol etmekte zorlanıyorum.

Geçmesin istiyorum şu 1 hafta yaa... Dursun zaman!

Dün son yazılı kağıdımla vedalaşırken duygulandım :D Gerçekten ilginç bir duyguymuş. Vaktiyle üniversite mezunu arkadaşlar demişti de anlamamıştım, bir daha öğrencilik hayatı yaşayamayacak olmak çok koyuyor diye...

Gerçekten de koyuyormuş :)

Ben asıl duygu patlamasını kep töreninde yaşayacağım galiba...

3 Haziran 2010 Perşembe

Deli Manyak

1. Bir yandan mezun olmayı iple çekerken, diğer yandan öğrencilik hayatım hiç bitmesin istiyorum!
2. Deniz&kum&güneş kombosu ile tüm yazı geçirmek muhteşem olsa da, İstanbul'da kalıp her gün Yıldız'a gidip gelmek istiyorum.
3. Bu yaz Türkiye'de kalıp Türkiye'yi gezmek istiyorum, ama yurt dışına da çıkmak istiyorum. Not: Pasaportumun süresi dolmuş!
4. Tüm gün evde oturup kitap okumak istiyorum, ama diğer yandan yaz sıcağında bile olsa İstanbul'un altını üstüne getirmek istiyorum.
5. Sabahlara kadar bilgisayar başında kalıp akşamlara kadar uyumak istiyorum, ama yaz günü sabah serinliğinde uykumu almış bir şekilde yürüyüş yapmak da istiyorum.
6. Tüm gün gitar çalıp şarkı söylemek istiyorum, ama konserlere de gitmek istiyorum.
7. Bazen sadece bomboş oturmak istiyorum, düşünmek istemiyorum. Olmuyor.
8. Tamamen kopup gitmek istiyorum, ama diğer yandan hep burada kalmak istiyorum!
9. Bazen bitsin istiyorum, bazen bitmesin.
10. Bazen başlasın istiyorum, bazen başlamasın...

...ve liste uzayıp gider...

Ben galiba dayak istiyorum :S

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Boylu Soylu Yelkenliler Şenliği

Günlerden cuma, hafta bitmiş, YTÜ şenliklerinin son günü, tüm haftanın güneşli ve güzel geçmesi zaten bir mutluluk kaynağı, bir de üstüne 31 derecelik güneşli bir cuma ile karşılaşmak insanın içini kıpır kıpır yapmaya yetiyor... Yıldız'dayım, şans eseri Hatice ile karşılaşıyoruz. Karaköy'deki bir etkinlikten bahsediyor, yelkenliler gelmiş, sergi varmış. Deniz ve denizle ilgili konular zaten ilgimi çekmekte, bir de yelkenlileri duyunca tamam diyorum, hadi gidelim! Süm'ü de ikna edip çıkıyoruz yola... İstikamet Karaköy limanı. Saat öğleni geçmiş, sıcaktan eriyoruz otobüste, her taraf yapış yapış... "Hiç çıkmasa mıydık ki yola..." diyoruz... "Belki de Yıldız'da akşama kadar beklemek en iyisiydi..." Sonra otobüsten iniyoruz, Karaköy sahiline varıyoruz. Denizden gelen esinti bir anda alıp götürüyor tüm bunaltıyı. O kadar ferah, o kadar taze bir hava var, tam da Beşiktaş'takiyle tezatlık oluşturacak şekilde. İlerliyoruz sergi alanına doğru. 2 turist onlardan fotoğraflarını çekmemizi istiyor. Biz de bir yandan Hatice'nin makinesini bu muhteşem manzaraya hazırlıyoruz.
***
İşte böyle başladı güzel bir cuma :) Karaköy sahiline Osmanlılar'ın "boylu soylu" olarak tabir ettikleri güzel yelkenliler demir atmıştı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Deniz Ticaret Odası (DTO) girişimleriyle gerçekleştirilen "Boylu Soylu Yelkenliler Şenliği"nin İstanbul ayağındaydık. Karaköy Limanı da bu muhteşem sergiye ev sahipliği yapmaktan çok mutlu idi. Zaten böyle sıcak yaz günlerinde pek bir serinleticidir Karaköy sahili. Orada esen rüzgar başkadır, taptazedir.
Sergi alanına girer girmez büyülendik desem yeridir. Yelkenli hayranlığım kat kat arttı. Sadece yelkenliler mi? Mürettebat da oradaydı. Endonezya, Polonya, Uman, Rusya sergiye yelkenlileriyle katılan ülkeler arasındaydı. Toplamda 8 tane yelkenli vardı. Bunlardan 2 tanesi de Türkiye'den idi. Biri Bodrum'dan, diğeri de Türk Telekom'a ait. 8 yelkenlinin hepsinin içine giremedik, sadece 4 tanesini gezebildik (evet evet, içlerine girip gezebiliyordunuz!). Gerçekten çok ama çok güzellerdi. Dümene de geçtik, tepeye de çıktık... Uman'dan gelen yelkenlinin içinde minik bir sergi de vardı Uman'la ilgili.
Mürettebat dedim ya, işte her ülkeye ait mürettebat geçit töreni yaptı yöresel müzik aletleri ile. Endonezya'nın geçit töreni gerçekten çok ilginçti. En önde yüzleri vücutları boyalı, yalın ayak yerliler, arkalarında köpek balığı ve fok kafası takmış tipler, ortada koskocaman aslan başlığı giyen biri, en arkada ise çalgıcılar.

O kadar muhteşem kareler yakaladık ki... (660 tane resim çekmişiz!!) Hepsini buradan paylaşmayı çok isterdim, beğendiklerimi facebooka koyacağım, ama henüz alamadım fotoğrafları Hatice'den. Alır almaz birkaçını buraya da koyarım. Son olarak geçit töreninin limana dönüş ayağını izledik. Hatta onları videoya da çektim!
***
Yaşasın İstanbul! Yaşasın deniz! Yaşasın yelkenliler! Yaşasın İskoç kıyafeti giymiş gayda çalan sarışın denizci! Yaşasın bize Uman rozeti veren miço! Yaşasın Hatice! Yaşasın Süm!


Edit: Resimleri yayınladım!

21 Mayıs 2010 Cuma

Rastgele Mazoşist

Zamanı bu kadar bol ve rahat bulmuşken hala sıkışmak, yetiştirememek, yetişememek ve can sıkıntısı... "Bunalım" kelimesinin anlamı bu olmalı. Bunaldım yine her şeyden -daha doğrusu bir çok şeyden- ve istiyorum yine apayrı yerlerde olmayı. Şımarıklık belki, tatminsizlik, huysuzluk, kapris, her zaman farklı bir mükemmellik arayışı... Evet evet, bunların hepsi kişiliğimin birer parçası, yargılanabilir miyim? Yargılayabilecek kadar düzgün birileri var mı etrafta?
***
Sessizlik... Yağmur öncesi ve sonrası sendromlar... Uyumak zorunda hissetmek ama uykunun olmaması... Tüm günü yatakta ya da dışarıda geçirmek... Bunlar normal olmamalı. Anormal olan ben miyim yoksa zaman mı? Her şeyin çok düzgün gitmesi ya da tamamen b.ktan olması anormal evet. Ortalarda bir yerlerde olmanın ruhumu tatmin etmediği de çok açık. Ya çok mutlu olmalıyım, ya da çok mutsuz. Yaşadığım duyguların uçlarında olmalıyım, ya en dipte, ya en yukarıda. Bazen en depresif anlar bile duygusal tatminler yaşatır insana. Çünkü en büyük yaratıcılıklar bu anların birer hediyesidir. Yaşadıklarınız sizi depresifleştirir, depresifleştikçe üretmeye başlarsınız, ürettikçe daha da çok depresifleşirsiniz...ta ki yeterli süre geçene kadar. Ondan sonra yüzeye doğru bir yolculuk başlar -ki en kötü hissettiğiniz anlar aslında o anlardır, yaratıcılığınız gitmiştir, tamamıyla mükemmel değilsinizdir ve normal kelimesinin sizi tanımlıyor olmasından nefret edersiniz- yüzeye varana kadar sancılar hissedilir ruhta; fakat pek az insan yüzeyi görüp mükemmel doyumu yaşayabilir... Çoğu insan sancılı süreçte kendini yine bırakır, salar aşağıya ve düşüşünü büyük bir zevkle izledikten sonra en dipteki yaratıcılığıyla mazoşist bir mutluluk meyvesi yedirir çevresindekilere...
***
Her şey serim, düğüm, çözüm değildir bazen. Girişi olan paragraflarda gelişme olmadan sonuca gitmek zorunda kalır insan arada. Kimi zaman da gelişmeden ibarettir tüm kavram. Aslında kavramın ne olduğu hiç ama hiç önemli değil. Kavram olmadan da kavranabilir, tıpkı göz olmadan görülüp kulak olmadan duyulabildiği gibi... Ten olmadan da dokunabilir insan, rüzgarı hissedebilir, cildini okşamasa da.
***
Bir keresinde sormuştum ihtiyara, "tekrar bozulacağını bile bile neden toplarız her sabah yatağımızı?"... "Tekrar kirleneceğini bile bile neden yıkıyorsan çamaşırlarını, ya da tekrar bozulacağını bildiğin halde neden yaptırıyorsan radyonu, o yüzden" diye cevaplamıştı. Düşündükçe felsefik bir cevap olduğunu anladım zamanla. Bu tekrar unutacağımı bile bile öğrenmeye çalışmak derste gördüğüm şeyleri, yine düşeceğimi bile bile bisiklete binmek, döneceğimi bile bile kaybolmak etraftan bir süreliğine, biteceğini bile bile başlamak bazı şeylere, ve acıyacağını bildiğim halde yine saplamak farazi bıçağı vücuduma... Ya bu düzenin kendisi, ya da düzen aslında mazoşist olmaya zorluyor bizi... Evet, bile bile de olsa yapıyoruz, yapmaya mecburuz, bu şekilde daha iyi hissedeceğimizi düşünüyoruz çünkü... Doğal ortamında bir insan hayal ediyorum bazen, yapar mıydı aynı şeyleri?

17 Mayıs 2010 Pazartesi

İşte Benim Tatilim Nokta Com

Bir gün biri size gelse, 1 seneliğine tüm dünyayı dolaşma fırsatı sunsa, bunun için tüm giderlerinizi karşılayacağını, üstüne üstlük maaş da vereceğini ve sizi sırf bu iş için sigortalı işe alacağını söylese, karşılığında da istediği tek şeyin tüm anılarınızı ve gittiğiniz yerleri bir bir yazmanız olduğunu belirtse, ne derdiniz?
***
Türkiye'de bir ilk olarak, ETS Tur böyle bir teklifte bulunuyor. Gazete, televizyon ve çeşitli yayın organlarından bunu ilan ediyor, size de sadece kendinizi tanıtan maksimum 2 dakikalık video çekmek ve başvurmak kalıyor! Sizce ben Merve Gençer, böyle bir fırsatı kaçırır mıyım? TABİ Kİ HAYIR!!! Benim gibi dünyayı gezmeyi hayatının emeli haline getirmiş bir insan nasıl bu şansı görmezden gelebilirdi? Tamam, çok kişi başvuracak olabilir, benden daha istekli, daha nitelikli ve daha prezentabl kişiler çıkabilir (hah, o nasıl olacaksa :P ), ama bu şansı değerlendirmeseydim kendimi hiç ama hiç affetmezdim... Nitekim, çeşitli yerlerde olmak üzere toplam 2 dakikalık güzel bir tanıtım videosu çektik, tam 3 saatimizi ayırarak montajladık, efektledik, kişisel bilgilerimizle birlikte son gün başvurumuzu yaptık... Bundan sonrası Allah kerim. Sırf başvuruda bulunarak bile kendime olan güvenimi ve bu konudaki kararlılık ve isteğimi gösterdiğimi düşünüyor, kendimle gurur duyuyorum.
***
Tutun ki kazandık.... O zaman sabaha kadar:
***
Size aylardır anlattığım o muhteşem yerleri görebileceğim ümidi bile şu sıralar heyecanlı tutmaya yetiyor beni. Hepinizi sevgiyle ve heyecanla kucaklıyor, iyi akşamlar diliyorum efenim :)

2 Mayıs 2010 Pazar

Thomas More'dan...

"Summum jus summa injuria"
(Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir).

23 Nisan 2010 Cuma

geçen gün tamamlayamadıklarım...

Sevgilerde

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı.
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı.
bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı
siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.
gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı,
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı

Behçet Necatigil

20 Nisan 2010 Salı

Volcano

İnsanın ölmeden önce görmek istediği bazı manzaralar vardır... Bu manzaraların sayısı benim için biraz fazla, ama yine de listenin en başında patlamakta olan bir volkanı uzaktan izlemek geliyor. Tabi bu izleyeceğim son manzara da olabilir, etrafa saçılan alev, lav parçaları ve zehirli gaz dumanından dolayı, ama yine de dünya gözüyle en çok görmek istediğim şey budur!
Garip bir şekilde volkan dağlarına ve krater göllerine ilgim var zaten, nedenini bilmiyorum çok egzantirik geliyor :D
Belki bazılarınız aşağıdaki manzaraları gördükten sonra bana hak vereceksiniz...








En son İzlanda'da patlayan volkan tüm dünyayı etkilemiş durumda... Volkan patlaması yüzünden uçak seferleri Avrupa'da iptal edildi, dahası ülkelerin hava sahaları zehirli gazlarla doldu ve yağacak yağmurlar asit yağmuru şeklinde gerçekleşecek... Bu açıdan bakıldığında bir çok hasara sebebiyet vermiş/ verecek gibi görünüyor, öte yandan dünyanın merkezindeki enerjinin boşaltılması açısından da önemli bir olay.

Not: Uçak seferi iptal olan sevgili Alman arkadaşımızı evimizde ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz =) Sevgiler, Wibke =)

İkinci not: Blogumda özellikle isminin geçmesini talep eden biricik dostum Esra'ya da öpücüklerimi yolluyorum =) Saçları da çok güzel olmuş bu arada =))

17 Nisan 2010 Cumartesi

sıkıldım

Neler geçti, neler yaşandı, tadıldı, tüketildi belki ama nelere susandı, nelere susuldu, neler kırdı kalpleri veya tamir etti kimi zaman... Çok uzun bir hayat yaşadığını mı düşünüyorsun? 40-50 yıl geçmiş olsa bile daha mı farklı olacaktın şimdikinden? İnsanın yüzünde her geçen yıl yeni bir çizgi oluşurken, kalbindeki ten kırışmıyor hiç bir zaman. Beyin için aynı şeyi söyleyemem belki... Yıllar geçtikçe yaşanmışlıklardan alınan deneyimler hariç, hatıralar yitiriliyor. Yaşanan her şeyi ilk günkü gibi canlı tutmak mümkün mü? İster acı, ister tatlı olsun, her geçmiş bir hayalden ibarettir. Gece yastığına başını koyduğun andan itibaren kafanın içinde dönüp dolaşan şeyler de öyle...


Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı.
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.
Behçet NECATİGİL

4 Nisan 2010 Pazar

Keyfinizi Yerine Getirecek Parçalar

Şu sıralar çok eğlenceli şarkılara sarmış durumdayım. Hafif country, hafif rock'n roll, hafif başka bir şey (!), dinlerken sizi gülümseten, içinizde dans etme isteği uyandıran sevimli parçalar tavsiye edeceğim sizlere. Mp3'ünüze atın, arabada, yolda, koşuya çıktığınızda ya da ne bileyim, kendinizi kötü hissettiğiniz zamanlarda dinleyin. Oluşturduğum top 5 listesi aşağıda, listeye bilerek bilindik parçaları almadım ki, siz de benim gibi farklı tatları tadabilesiniz (he 5. sıradaki parça son zamanlarda biraz meşhur oldu, biliyor olabilirsiniz ama yine de onu almadan edemedim). Bahar geldi, insanın içi zaten kıpır kıpır, işte tam bu havaya uyacak şarkılar şöyle:



Sabah seher vakti düştüm yola/ Anam sordu "nire oğul böyle"/ Dedim "ana fazla sorma/ Bağrım yanık yeter sorma"/ Seher vakti düştüm yola...

Tam yazın çıkacağım Türkiye turunda dinlenecek parçalar... İnsanı yollara düşürür valla...
4 ve 3 numaralı parçalar psychobilly grupları (bu arada bana beni bu tarzla ilk tanıştıran çok sevgili arkadaşım Alize'ye de selam ederim buradan). Anladığım kadarıyla rock müziğe biraz saksafon, biraz kontrbas, biraz trompet falan eklenip daha eğlenceli bir form verilmiş. Barış Manço'ya gelince, bunca yıldır böyle parçaları olduğunu bilmiyordum, geçen hafta mp3'te dinlerken denk geldi (meğer bende varmış da dinlememişim), başa alıp tekrar tekrar dinliyorum, özellikle de Seher Vakti'ni (he o bildiğiniz "seher vakti bir güzele vuruldum" şarkısı değil, karışmasın).

Şu sıralar hayatımı renklendiren şeyler bunlar diyebilirim. Siz de dinleyin, sizinki de renklensin. Tarzlarımız uyuşmuyorsa da "Merve ne biçim müzikler koymuşsun bloguna öyle" diyip rencide etmeyin rica ediyorum. Zevkler ve renkler meselesi der, konuyu burada kapatırım (ama yine de dinleyin). Hayırlı pazarlar efendim.

17 Mart 2010 Çarşamba

Hastayım Çok, Çok Hasta...

Sıradan bir gündü aslında. Pazartesi Emre, Asım, Ezgi ve ben ders çıkışı sinemaya gidelim dedik ve Kanyon'a doğru yola çıktık (bu arada ilk kez gittim Kanyon'a ve çok beğendim). Alice in Wonderland'i izledik (film de güzeldi), sinema sonrası Ezgi gitti, biz yemek yedik, kahve içtik, ve evlere dağıldık. Buraya kadar her şey normal. Hatta eve gittikten sonraki birkaç saat de normal. Gayet sağlıklı hissediyorum, hiçbir hastalık belirtisi yok. Bir anda boğazım ağrımaya başladı. "Hoppalaaa" dedim, gittim sirkeli limonlu su içtim, yattım...ve yatış o yatış. Sabah kalkabilmek ne mümkün!! Baş ağrısı, vücut ağrısı, boğaz ağrısı, ateş... Emre'nin de dediği gibi, sanki üzerimden kamyon geçmiş gibi... Neyse ki Süm ve Ays evdelerdi, bana güzel bir kahvaltı hazırladılar, kendi reçetemi kendim yazdım (çünkü yıllardır gittiğim doktorlar hep aynı ilaçları yazarlar), Süm gitti aldı, kahvaltıdan sonra ilaçlarımı da içtim.... Akşama kadar yattım. Akşam Süm limonata yaptı bana... Artı ya da eksi yönde bir değişiklik söz konusu değildi. Bugün ise yine aynı şikayetler devam etmekte. Yine tüm günü yatakta geçirdim. Ays, dersi bittikten sonra eve geldi, Süm'le birlikte bana yemekler yaptılar, bu esnada Emre ve Asım geldi geçmiş olsuna, annem geldi beni alıp götürmeye =) İşte bugün ilk olarak onlar geldiğinde kalktım ayağa (bir de sabah ilaçlarımı almak için kalkmıştım ama o sayılmaz). Saat 17.30 gibi annemle kalktık, beni eve getirdi sağolsun. "Eti cici bebe"mi yedirdi, portakal yedirdi... Yine yatıyorum. Kalkamıyorum...Artı ya da eksi yönde bir değişiklik yok yine... Halbuki yarın mutlaka Yıldız'a gitmeliyim. Hocamızla proje görüşmemiz var...Of yaa... Pazar günü de ÜDS var...
Belki yarın sağlık ocağına giderim ve bir antibiyotik yazdırırım... Çok hastayım... Çok...

13 Mart 2010 Cumartesi

1 Paranoyak

Bir paranoyak... Birilerinin onu sürekli izlediğini ya da suikast girişimlerinde bulunduğunu düşünen veya kendisi hakkında düşünülmeyen düşünceler için kafa yoran bir paranoyaktan bahsetmiyorum. Hatta ve hatta gece o uyurken böceklerin bile onun adına kötü emelleri olduğunu zannedenlerden hiç değil... Kendine çizdiği hayali ve belirsiz yolda karşısına çıkacağını düşündüğü -ve yine hayali- engebeler hakkında şimdiden endişelenen ve felaket senaryoları yazan bir paranoyak bu... Aslında belki de korkak demeliyim... Yaşamaktan, gelecek günlerden ve getireceklerinden kaçmak için planlanmış bir çeşit düzmece, düşündüğü şeyler de. Kendini, beynini kandırmak. Kötümserlik mi? Hayır, hayır... Geniş zamana sıkışıp kalmayı istemek kötümserlik olmamalı...

***

Hangimiz geleceğimizi muazzam parlak hayal edebiliyoruz ki? Paranoyakça tasarlanmış engellerden hangimiz sakınabiliyoruz beynimizi?...ve nasıl?

6 Mart 2010 Cumartesi

Ah bir papağanım olsa...

Ben bu papağanları çok seviyorum. Onlar için ölüyorum, bitiyorum... Allah'ım nasıl sevimli, nasıl zeki, nasıl cana yakın hayvanlar... Az önce aklıma geldi, bir netten araştırayım dedim. İleride sahip olmak gibi bir gayem var ya... Özellikle sahip olmak istediğim tür Afrika gri papağanı. Halk arasında jako diyorlar galiba. En zeki, en konuşkanları. Fiyatlar fahiş tabi ki... Diyorum ya, ileride alacağım nasıl olsa, param olsun... Hatta papağanımla birlikte çıkacağım dünya turuna. Omzumda papağan, sırtımda çantam, hatta bir gözümde de korsan bandı, ve tabi ki kafamda bandana =)

Şaka bir yana, yıllardır ciddi ciddi papağan almayı düşünüyorum. Tek tereddüt ettiğim nokta, sürekli evde olan bir insan olmadığım için kuşcağızın psikolojik bunalıma girme olasılığının yüksek olması. Malum, papağanlar hem egzotik, hem sosyal hayvanlar. Sürekli ilgiye, sevgiye, muhabbete ihtiyaçları var. Papağanlarla ilgili bilinen bir diğer gerçek de, uzun yaşama süreleri. Yeterli bakımla 80 ila 100 yıl arası yaşayabilme kapasitesine sahipler. "Beni bile gömer" hesabı... Gerçekten çok komik. Genelde insanlar evcil hayvanlarını bir süre sonra kaybederler, fakat papağanlar sahiplerini kaybediyor :D
***
Ben lise 3. sınıftayken şu "Büyük Beşiktaş Çarşısı"nın en alt katında bir pet shop keşfetmiştim. İçinde 2 tane kocaman papağan vardı. Biri kırmızı ağırlıklı gökkuşağı renginde, diğeri de sarıydı. Aynı şu aşağıdaki papağanlardan. Kırmızı olanın adı Cabbar, sarı olanın ise Efe'ydi. Ara sıra sırf onları görmek için o pet shop'a giderdim. Kafeslerinin karşısına geçip uzun uzun süzerdim onları. O kadar büyük ve görkemliydiler ki, sanki bir ısırıkta elimi koparacaklarmış gibi gelirdi. Bu yüzden hiç yanaşamadım, ama çok sevdim onları (acaba ne yapıyorlar şimdi?)...



Tabi dünyadaki tüm papağanlar burada bahsettiğim kadar sevimli ve cana yakın değil. Nette papağanlara bakarken forumlardan birinde şu ilanın linkine rastladım, ve ilanı tamamen okuduktan sonra yarım saat güldüm. Tam bir psikopat papağan. Katil... Sadist... Ruh hastası... Buyrun siz de okuyun, siz de kopun:


Başlık: "Kafesini nadiren açabiliyorum yemin ederim tüm ailemizi perişan etti". Ahahahaha! Bu papağanı alana bir de yanında ilk yardım çantası veriyorlarmış. Kaçırmayın derim :P

***

"Bir söylentiye göre, papağanların insanlara tepkili olmalarının sebebi, onları yaşadıkları egzotik orman ortamından koparıp, uzun, yorucu ve bunaltılı yolculuklar sonrası büyük şehirlere getirerek bin bir eziyetlerle birilerine satanların insan olmalarıdır... Oysa Afrika'nın yemyeşil ormanlarında ne mutlu, ne huzurlu idiler aileleri ve sevdikleriyle birlikte. Bu yüzden eğer bir papağan alacaksanız, sizi bir süre hiç yanına yaklaştırmayacaktır. Önce ondan atalarınız adına özür dilemeniz ve kalbini kazanmanız gerek. Bir kez size güvendi mi, bir daha asla ayrılmaz yanı başınızdan. Sizi asla terk etmez, her zaman en sadık dost ve en geveze baş belası olarak ömrü yettiğince (ya da sizin ömrünüz yettiğince) sizle birlikte kalır. Bazen birlikte sokağa çıktığınızda eski yaşadığı ormanları özler, şöyle bir uçar ağaçlara doğru, korkarsınız sizi bırakıp gidiyor diye... Fakat bir müddet hasret giderdikten sonra döner gelir yine omzunuza... Böyledir papağan... Gayri resmi görüntüsünün altında en derin duygular yatar aslında..."

3 Mart 2010 Çarşamba

İyi ki doğdum, gördün mü bak 22 oldum =)

İşte en sevdiğim tarih... Mart ayının 2. günü, yani benim doğum günüm... Sabah çok mutlu bir şekilde, hafif güneşli İstanbul'a uyanıyorum. Herkes için gayet sıradan bir gün; ama benim için öyle değil işte! Bir heyecanla kalkıyorum yataktan, çünkü bugün yapılacak çok iş var. Bir kere Süm'le evi temizlememiz lazım. Sonra banyo yapmam, hazırlanmam, süslenmem, püslenmem var sırada... Bunlar uzun işler. Hele bir de en özel gününüz için hazırlanıyorsanız, çok daha özenli olmak zorundasınız ki, ekstra zaman harcamak demek bu da...
***
Saat 5 gibi Süm'le evden çıktık. Taksim'e, diğer tüm arkadaşlarımızla buluşacağımız parti mekanına gittik. Süm'le 1 buçuk saat kadar baş başa demlendikten sonra, Esra ve sevgili bölüm arkadaşları Gizem, Seçil, Selin, Hilal ve pek muhterem Yunus Emre ve Emine geldi. Bir de yeni tanıştığım İsveçli çocukla sevgilisi... Ortam böylelikle yavaş yavaş canlanmaya başladı. Sonra Salih, Sinan ve Fatih iştirak ettiler. Vosvos Cafe'nin müzikleri de kendini biraz biraz hissettirmeye başladı. Ardından Emre ve Asım da geldi. Vosvos Cafe, şöyle 80'ler 90'lar Türkçe poptan vurmaya başlayınca, Esra ile daha fazla yerimizde duramayacağımızı anladık ve haydi hoppa dans etmeye kalktık. Sayemizde masanın çoğu ayaklandı ve şarkı üstüne şarkı, dans üstüne dans koptuk durduk. Tam bu esnada Esra, yani nam-ı diğer Ays, üzerinde "İyi ki doğdun Mörf" yazan bir pasta ile geldi.
İlerleyen dakikalarda Tuğba, Recep, Cihan, Gözde ve Pınar da katıldılar ve havamıza hava kattılar. Oturabilene aşk olsun! Doğum günü kızına özel kokteyli de afiyetle mideye indirdim bu arada! Bir ortamda kuzen Emre ve ben varsak, oturabilmek mümkün müdür?! Yine geçtik kuzenle karşı karşıya, bir oynadık, bir oynadık. Hatta bir ara masaya bir baktım, neredeyse herkes dans ediyor. Artık ne popu kaldı, ne rock'n rollu, ne twisti... Tüm gece hiç oturmadım desem yeridir.
Geceyi yine klasik bir mekanda noktaladık: Kızılkayalar! Islakları çaktık da öyle gittik eve =)


Geceye katılan-katılmayan, doğum günümü kutlayan-kutlamayan tüm arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum ve buradan onlara sesleniyorum: Sizi seviyorum... Hep olun hayatımda... Ben oldukça...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Gezmek İstiyorum !

Şu sıralar hayatımın en öğretici internet sitelerinden birine sardım: www.purposegames.com
Bu sitede bilimden tarihe, spordan coğrafyaya her konu ile ilgili minik java oyunları ve quizleri bulabilmeniz mümkün. Ben daha çok coğrafya oyunlarında vakit geçiriyorum. Bu sayede Asya, Avrupa, Afrika, Amerika'daki ülkeleri ve başkentlerini öğrendim. Ayrıca dünya coğrafyası ile ilgili, benim öğretim hayatım boyunca hiç görmediğim kadar genel kültür bilgisi edindim. Sahi, biz en son lise 1'de coğrafya dersi gördük. Onda da dünyanın şekli, enlem boylam hesabı, muson rüzgarları, yokbilmemne akıntılarının yönü, yer yüzü şekilleri gibi bir sürü gereksiz bilgi edindik. Hiçbir hocamız bize kalkıp da dünya başkentleri ya da dünya coğrafyası ile ilgili tek konu anlatmadı. Buradan bir kez daha öğretim sistemimizi kınıyorum.
***
Neyse efendim, devam edecek olursak, artık dünya coğrafyası ile ilgili hatırı sayılır bir bilgiye sahibim. En azından hangi ülke nerede, onu biliyorum. Bu tür oyunlar, içimde bir türlü dizginleyemediğim gezme hevesimi de iyiden iyiye kamçılıyor. Örneğin Güney Amerika'nın ülkelerini bulurken, birkaçını Google'da görsellerde arattım. Mesela El Salvador... Mesela Jameika... Mesela Barbados...Mesela Porto Riko... Hatta sizin de benim resimlerde gördüğüm güzelliklere ortak olabilmeniz için birkaç resmi buraya da koyuyorum:

*El Salvador*

*Jameika*

*Barbados*

*Porto Riko*

Aynı zamanda hayatımda en çok gitmek istediğim yerlerden biri de Peru. Bilhassa Machu Pichu denilen, Inka kalıntılarının olduğu bölge... Öte yandan Lut Gölü , dünyanın en büyük 4. nehri Missisippi ve Tibet de gitmeyi istediğim yerler arasında.

*Machu Pichu - Peru*

*Lut Gölü*

*Misisipi Nehri*

*Tibet*

Bunlar, gitmek istediğim yerlerin çok az bir kısmı aslında...ama yine de en can alıcı olanları benim için. Hayat bana ne getirir bilmiyorum, nasıl, nerede, ne şartlar altında çalışacağım onu da bilmiyorum. Ömrüm ve param bu kadar gezmeye yetecek mi? İşte daha önceden de söylediğim gibi: Uğrunda yaşadığımız şeyler için zaman bulamamak, ertelemek, bir gün olur umuduyla yaşamaya devam etmek ne acı... Bu süre içerisinde geçen şeye zaman demiyorlar herhalde =)

Yoksa yaradanı mı arıyorum?

23 Şubat 2010 Salı

Kazanan Yalnızdır - Paulo Coelho

Paulo Coelho, küçüklüğümden beri en favori romancılarımdan biridir. Kitaplarının ayrı bir havası vardır, yarı mistik, yarı gerçek, yarı aşk, yarı din... Çoğunuzun, okumasa bile "Simyacı" adlı romanını bildiğinden eminim. Kendisine şöhreti getiren "Simyacı" romanının yanı sıra, "Veronika Ölmek İstiyor", "Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım", "Şeytan ve Genç Kadın", "Zâhir", onun okuduğum diğer kitapları arasında. Hepsinin de ayrı bir havası, ayrı bir yeri var bende.
Az önce söz konusu yazarın yeni kitabını bitirdim: Kazanan Yalnızdır. Çoğu romanının olduğu gibi bu roman da adını kitabın son sahnelerinden alıyor. Bu kez Coelho bizi Fransa'ya, Cannes Film festivaline ve oradaki ultra-lüks hayatlar yaşayan ya da yaşamak için can atan insanların dünyasına götürüyor. Hırs, para, bulunduğu konumu koruyabilmek için hayatlarını maddi şeylere kiralatan insanların yaşantıları gözler önüne seriliyor. Arap moda devi Hamid, başrol peşindeki Gabriela, manken olmak isteyen Jasmine, Rus telekominikasyon devi İgor, hayatının vakasını çözmeye çalışan dedektif Savoy ve enteresan bir şekilde kesişen yollar... Eski karısını geri döndürebilmek uğruna "dünyaları yok eden" psikopat katilin hayatı ve nedenleri... "Süpersınıf" hakkında bilmediğimiz acı gerçekler, kariyerlerini korumak pahasına düştükleri zavallı durumlar ve aslında hiç birinin gerçekten mutlu olmadığı, yüreklerinin sesine kulak vermeden sürekli daha iyi bir izlenim için çalıştıkları ve hayatlarını mahvedişleri başarılı bir dille anlatılmış. Zaten Paulo Coelho'nun dili bellidir. Romanları sanki hep birbirinin devamı gibidir, size aynı ilginç havayı yaşatır.
Kitabın son sayfalarında rastladığım ilginç saptamaya değinip, daha fazla spoiler vermeden bitirmek istiyorum :) Okumanız tavsiye edilir, güzel kitap.

"...Çocukluğumuzda, sonradan Protestan bir rahibin söylediğini öğrendiğim bir sözü ezberletmişlerdi. Şöyle bir şey demişti: 'Deniz bir tek kum taneciği yutmayagörsün, bütün bir Avrupa küçülür. Kuşkusuz, farkına bile varmayız. Belki yalnızca bir kum taneciğidir yok olan, ama o anda koca kıta ufalır."

22 Şubat 2010 Pazartesi

Binbirdirek Sarnıcı Kahve Festivali

Çoğunuzun bildiği, geri kalanınızın da şimdi öğreneceği gibi, ben bir kahve bağımlısıyım. Dün ne yaptım ettim, Emre'yi ve Tuğba'yı kahvenin cezbedici büyüsüne kaptırıp benimle birlikte bugün kahve festivaline gelmeleri için ikna ettim. Tuğba ayrıca Fulya adında bir arkadaşını daha getirmişti. Çok sevdim kız seni Fulya, sana da selam edeyim buradan =)
Festival, Sultanahmet'teki Binbirdirek Sarnıcı'nda idi. Mekana girer girmez kahvenin harikulade kokusu mu dersiniz, yoksa sarnıcın büyüleyici görüntüsü mü bilemem ama ben bir hoş oldum. :) Girer girmez fotoğrafçı arkadaşlar Tuğba ve Fulya makinelerine sarıldılar, ben ise ilk stanttan başlamak üzere kahveleri içmeye koyuldum. İlk denediğim kahve, kendilerini dünyanın en pahalı ve en nefis kahvesi olarak nitelendiren q-cup diye bir markaya ait, karamel aromalı bir kahveydi. Kahve iyi olmasına iyiydi, ama ilginç olan sunuş şekliydi. Bardaklar halinde satılan kahve, her bardağın tabanında bir folyo ile korunmuş halde bulunuyor. Tek yapmanız gereken, bardağın tabanındaki folyoyu kaldırmak ve eşsiz kahve ile sıcak suyu buluşturmak. Özelikle iş yerleri için pratik.

Festivalde başka neler yoktu ki... Kahve aromalı birası ile Efes Dark Brown, likörü ile HARE bile stantlarda yerlerini almıştı. Tabi biz de nasiplendik. :) Ayrıca kahve ile yüzyılın aşkını yaşayan çikolata da oradaydı. Yine de benim için en unutulmaz tat, damla sakızlı kuru kahvesiyle Alaçatı Dibek fincan kahvesi idi. Damla sakızlı olmasının yanı sıra, onu diğer Türk kahvesi çeşitlerinden ayıran özelliği, hazırlanışıydı. Efendim bu fincan kahvesi dediğimiz olay, cezvede değil, kendi fincanında pişiyor. Yani bildiğiniz Türk kahvesi fincanını alıyorsunuz, içine tek kişilik kahvenizi şekerinizi koyuyorsunuz, sonra o fincanı ocağa oturtuyorsunuz. Yani kahve, fincanının içinde pişiyor. Köpüklü mü köpüklü, nefis mi nefis... Sıcacık fincan hiç soğumuyor, dolayısıyla kahveniz tadını kaybetmiyor. Yine de fincanlarınızın sağlığı açısından evde denemeyin derim. =)

Tarihi mekanın güzelliği sayesinde inanılmaz fotoğraf kareleri yakaladık. Tuğba'nın ve Fulya'nın profesyonel kameraları yine iş başındaydı. =) Hele ki sarnıcın içinde bir köşeye bar kurmuşlar, ışıkları o kadar güzeldi ki, çektiğimiz fotoğrafların hepsi muhteşem oldu. Şu Binbirdirek Sarnıcı'na bundan sonra daha sık gideceğim sanırım. Çok güzel, çok enteresan bir mekan. Işıklandırma müthiş.
Festival çıkışı Sultanahmet civarında biraz daha fotoğraf çektikten sonra, yapılabilecek en mantıklı şeylerden birini yaptık ve bir Sultanahmet Köftecisi'ne girdik. Ardından sırayı Gülhane Parkı'nda kısa bir yürüyüş ve benim "pug nose" cinsi, buldok çakması bir köpeğe aşık olmam izledi. Gülhane Parkı'ndan da çıktıktan sonra Sultanahmet'te bir nargilecide oturduk; fakat sabahtan beri İstanbul semalarında beklenen yağmur bulutları havayı bozunca erken kalkmak zorunda kaldık.

Kan damarlarımda su yüzdesinden çok kafein yüzdesi olması beni hat safhada mutlu ediyor sanırım... Kahve içsem... Hep içsem... Hiç mutsuz olmazmışım gibi geliyor =) Son söz olarak benimle bugünü paylaşan çok sevgili insanlara bir kez daha teşekkürlerimi iletirken, gelmeyi reddeden arkadaşlarımı kınıyor, gelmek isteyip de gelemeyen arkadaşlarım için üzülüyor, gelip de benle takılmayan arkadaşlarımı siliyorum :D ama yine de hepinizi sevgiyle kucaklıyorum...

NOT: Millet meğer üzerinde telefon numarası bulunan kağıtçıklar hazırlayıp cebinde taşıyormuş ve tramvayda, otobüste, orda burda gördüğü kızlara bu kağıtları çaktırmadan atıyormuş da haberimiz yokmuş... Abazalık ne boyutlara geldi Ya Rabbi...