Severdin akşamın karanlığını da, derin uğultusu altındaki sessizliğini de, uzaktan yankılanan paçavra gürültülerini de, bilhassa yazları çarşaf gibi serilmiş çimlerin üzerinde uçuşan ağustos böceklerinin korkunç ama bir o kadar huzur verici neon yeşili renklerini de... İnsanları pek sevmezdin akşam saatlerinde. Tahammül edebildiğin tek insan kendindin çünkü. Kendi kendine konuşurdun. Hem de sesli... Düşünceler gündüz kafanda yankılanırdı, bin bir saçma haliyle; fakat akşam çöktü mü onların da dışarı çıkma vaktiydi kapılarından -dökülüyordu ağzından bin bir saçma kelime, kimi zaman kopuk ve anlamsız, hava almaya çıkmış mahkumlar gibi, ama hiçbir gardiyanın gözetiminde olmaksızın-. Ah bu düşünceler... Karanlık olmalıydı özgürce düşünüp söyleyebilmek için. Utanmamak için yüzün hep karanlıkta kalmalıydı açığa çıkarken tüm her şey. Kelimelerin notaları vardı kafanda; konuşurken, mırıldanırken kaydedebilseydi biri eğer, tekrar dinlediğinde kağıda dökebilirdin ertesi gün.
Özgürlük demişken, bunun tanımını yapabilir misin? Sormuştu adam bugün bana. "Aklından geçen her şeyi yapmaya teşebbüs edebilecek cesareti ve kuvveti kendinde bulmaktır" diye yanıtladım. Görecelidir, sen de biliyorsun. Sana sorduklarında da aynı cevabı verecektin, biliyorum. Bu yüzden her ne kadar gündüz vakti düşünceleri sese dökebilecek cesareti kendinde bulsan da, bunu yapmıyordun. Bu sana neyi hatırlatıyor? Evet, özgürdün, aslında her şeyi yapmaya cesaretin vardı, ama sınırlandıran bir şeyler de vardı havada... Hemen açıklayayım: Kendi kendinin efendisiydin öncelikle. Bu da sana kendi kendini sınırlandırabilme hakkı veriyordu. İstediğin kadar özgür olabilirdin, ve bir o kadar da mahkum. Sahi, düşünceleri düşündüğünde, hangisinde daha mutlu olabilmiştin? İşte bu da ikinci soruydu bugünkü. Kendi kendinin efendisi olduğun bir evrende, kendine sınırlar çizmek, prensipler belirlemek ve onlar dahilinde hareket etmek mi daha mutlu kılıyordu seni, yoksa kısacık vadende sınırsız yaşayabilmek miydi önemli olan? O günden bugüne kadar kimse dillendirip soramamıştı bu soruyu belki. 1-2 kere aklına geldiğinde de geçiştirmiştin. İşte bir yeni düşünce daha, bu akşam serbest kalması gereken! Karanlık çöktüğünde bunu bir kez de sen kendine sesli sordun, bunu duydum. Cevap, yok. Olması gerekmiyor.
En çok akşamı severdin... Hava kararsa, hatta herkes bir an önce yatsa, sokaklar boşalsa, kiri pası görünmese şehrin, yapacağın ilk şey gözünü havaya dikmek ve bir yıldız aramak olurdu. Bugünkü sen, aşağıda oturan; bulduğun yıldıza, yani yarınki sen'e düşünceleri anlatıyorsun. Rastgele. Ağzına geldiği gibi. Cümlelerin başı ya da sonu olması gerekmiyor. Aslında başlı başına bir düşünce de olması gerekmiyor kafada. Yeter ki konuş. Yeter ki kendi sesini duy. Kolay iş değil yaptığın. Düşünceleri notalara dökmek kolay iş değil... Burada her harf bir nota, her kelime konuşma senfonisinden bir parça... Senfoni yazmak kolay değil...
Çok iyi tanıyorum seni. Ciğerini biliyorum. Biliyorum, ama yüzüne vuramıyorum bazı şeyleri. Tanımazlıktan geliyorsun öyle yapınca. Bana bile tahammülün yok. Yapayalnız kalmak istiyorsun her akşam, ve tezattır ki her sabah seninkinden farklı bir ses olsun istiyorsun evde. Farkındayım. Farkındayım ve elimden bir şey gelmiyor. Şimdilik... Şimdilik izin veriyorum, derbeder olmak mı istiyorsun? İzin veriyorum, çünkü kendi kendinin efendisi olduğun o küçük evreninde ben de senin efendin sayılırım. Çünkü ben, senim. Sen de aslında bensin. Daha dikkatli baksan...
O halde devam et ve biraz daha bat. Çıkışı çok keyifli olacak bu sefer, hissedebiliyorum...