Bu benim dünyam değildi!

:)

26 Ocak 2010 Salı

Finaller bitti, zaman geçmek bilmiyor...

23 Ocak Cumartesi itibariyle finallerim bitti. İstanbul yoğun kar yağışına teslim olduğu için, bizim de final için üniversiteye gitmemiz bayağı problemli oldu. Resmen barbarostan yukarı çıkamadık. Dahası ayakkabılarım su geçirdi.
Finalden çıktıktan sonra ize Yıldız'ın manzarasına diyecek yoktu... "İyi ki bugün final varmış ve iyi ki Yıldız'a gelmişim, yoksa hayatta çıkmazdım evden" dedirtecek bir manzaraydı. Kar manzarasını en çok hava karardığında severim. Geceyle öyle güzel kontrast oluşturuyor ki... Yıldız'dan sahile yürüyene kadar bol bol çıkardım bu manzaranın keyfini. Ayakkabılarım göle döndü ama inanın değdi...
Kısacası finaller bu şekilde bitti. Şu an kendimi öyle boş, öyle yararsız hissediyorum ki =) Canım çok sıkılıyor. Tabi ki aslında yapacak bir sürü şey var. En azından oturup bitirme projem hakkında bir şeyler düşünebilirim. O da hiç içimden gelmiyor... Allah'ım yardım et! Tüm gün bilgisayar başında fuzuli işlerle geçiyor. Ya da himym izliyorum. Ne kadar da boş bir insan oldum... Dün aikido dersim olduğunu bile unutmuşum, o derece boşalmış beynim yani...

Hadi bugün tüm akşamımı kitap okuyarak değerlendireyim bari... Kim bilir kaçıncı söz verişim...
Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum...

21 Ocak 2010 Perşembe

Beni Siyah Noktalarımla Yalnız Bırakın!

Hayattaki en büyük zevklerimden biri, siyah nokta sıkmak. Dikkat edin, siyah noktalarımı sıkmak demiyorum, sadece siyah nokta sıkmak diyorum. Kimin olduğu umrumda değil. Bu huyumdan ötürü, konuşurken insanların ister istemez yüzlerindeki siyah noktalara kayıyor gözüm. Eğer samimiyetim siyah noktalarını sıkmaya müsaitse, kibarca sıkmayı teklif ediyorum, kabul ederlerse büyük bir zevkle sıkıyorum =) Yok eğer samimiyetim bunu teklif edemeyecek düzeydeyse, siyah noktalarına bakıp bakıp iç geçiriyorum =)
Benim siyah noktalarıma gelecek olursak, genelde her bulduğum ayna karşısında sıkabilme kapasitesine sahibim. Sadece siyah nokta mı? Sivilceler de buna dahil. Dahası saç diplerimde var olan ve ben sürekli oynadığım için bir türlü iyileşmeyen minik yaracıklar artık benden çok çevreme illallah dedirtiyor. Sebebi ise sürekli onları yoluyor olmam. Artık millet benim kafamı yolmamdan bıkmış durumda, sürekli uyarıyorlar, elimi kafama götürdüğüm zaman elime vuruyorlar, bense aslında yolmak istemiyorum çünkü iyileşmiyorlar, ama içten içe yolmadan da edemiyorum. Bu da bir çeşit alışkanlık işte. Vazgeçmem lazım...
Bu akşamki iğrenç muhabbet için kusura bakmayın. Yine ayna karşısında siyah nokta sıkma töreni yaptım da, yüzüm pancara döndü. Hassas cilt işte, naparsınız =) Yine de beni her gördüğünüzde kafamı yolmamam için uyarmanızı rica ediyorum. Yoksa kafamda saç kalmayacak... Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum!

20 Ocak 2010 Çarşamba

İstanbul'da Yılın İlk Karı...

2010'un 19. gününde İstanbul kısmen beyazlara büründü (en azından deniz seviyesinde olan bizim orası bile beyaz =) ).Bu güzel olay nasıl gelişti, hemen anlatayım efendim:

Aslında bugün Gani dedemin 1. ölüm yıl dönümüydü. Sabah erken kalktık, mezarlık ziyaretinde bulunduk. Biz yoldayken bayağı yağmur yağıyordu zaten. Karla karışık... Öğleden sonra ise lipil lipil yağmaya başladı. Hafiften ve ince... Sanki boşu boşuna yağıyor, hiç tutmayacakmış gibi. Bu şekilde akşam 9-10'a kadar falan devam etti sanırım. Şu an dışarısı bildiğiniz bembeyaz =) Lanet olsun ki fotoğraf makinem tamirde ve ben yılın ilk manzarasını çekmekten acizim... Fakat feykbukta Ethem arkadaşımızın bugün çektiği fotoğrafı buraya koymak için izin aldım =)



Pencereyi açtım. Dışarıya kar havasının yumuşaklığı ve sessizliği hakim. İşte aradığım ses, aradığım ortam... Ya bu beyaz ölüm, ya da ölüm beyaz... Sessiz işte. Asil. Ruhani ve ruhsuz, gerçekten bir arada. Keşke çevredeki şu apartmanlardan hiç biri olmasa. Keşke ıssız bir bozkırda olsam ve kar yağmış olsa...

Böyle gecelerin en merak edilen kısmı şüphesiz ertesi sabah nasıl bir manzarayla karşı karşıya kalınacağıdır. Acaba gece yağmaya devam eder mi? Dona çeker mi? Yoksa bir yağmur hepsini götürür mü? Lütfen biraz daha yağ, lütfen biraz daha!

Bu arada söylemeden edemeyeceğim, Undying'i indirdim ve oynamaya başladım. Hem de nightmare levelinde =) Gerçekten çok özlemişim. Hatta az sonra ışıkları kapatıp, perdeleri açıp (dışardaki kar manzarasından nasiplenmek ve beyazın büyüsünden etkilenip dudak uçuklatmak için) biraz ses verip öyle oynamaya devam edicem. Sabaha kadar yolu var... İzlenimlerimi anlatırım =) Sabırsızlanıyorum... Herkese beyaz geceler diliyorum =)

18 Ocak 2010 Pazartesi

Aman Sabahlar Olmasın

Üniversite yıllarımı hatırladıkça, en çok sabahlara kadar uykusuz geçirdiğimiz sınav-öncesi-gecelerini özleyeceğim sanırım. Ve tabi ki bir de o gecelerin unutulmaz sabahı, bizim tabirimizle "sıçtın mavisi" gökyüzü...
Bir türlü o son geceden önce çalışılmaz derslere, ne hikmetse. He o gece toplasan toplasan 1-2 saat adam gibi çalışılmıştır, onun dışındaki zamanlar sizin fuzuli, bizim komedi olarak nitelendirebileceğimiz aktivitelerle geçirilmiştir. En popülerleri video çekme ve video editlemedir (jibjab dersem sanırım çoğunuz ne demek istediğimi anlarsınız). Tüm bu yaratıcı ve bir o kadar da espritüel fikirler zaten olur olmadık sınav öncesi gecelerinde çıkar.
Örneğin yapay zeka dersinin ilk ödevini son geceye bırakan sevgili dostum Yunus Emre ile sabahlara kadar kod yazma aşkı ile oturduğumuz ders masasında, kendimizi aşağıdaki videoları yaparken bulmuşluğumuz vardır:

http://sendables.jibjab.com/view/pjA6Huy48KHMP5Lo
http://sendables.jibjab.com/view/fn2WIbvKCCcU5utU

Yine çalışalım diye oturduğumuz bir başka ders masası daha, sabaha karşı saat 5'te Emre ile Salih'in ekmek almaya çıkmaları ile son bulmuştur =) (İstanbul'da günün ilk ekmekleri idi sanırım).
İnternetten iğrenç video izleme sendromlarımıza ise hiç girmiyorum...
Evet evet... Kesinlikle bu zamanları çok özleyeceğim... Hepsinde ortak olan bir nokta varsa, o da kahkahalarımın sabaha kadar dinmediğidir. En komik yanı ise her seferinde "abi bu kez çalışıcaz" umudunun asla yitirilmiyor olmasıdır =)
Fakat her seferinde sonuç bellidir... Sifonu en son çeken sabah herkesi uyandırır ve apar topar sınava koşulur... Sınav sonrası herkes doğrudan evine gider ve bir başka sıçtın mavisi sabahı birlikte karşılamak dileğiyle esenlikler dilenir...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Derinlik - I

Yine düşüncelerine dalmışsın, en sevdiğin mor koltukta, soğuk ellerini ısıtmak için tuttuğun kahve kupası dışında etrafında sıcak gelebilecek hiç bir şey yok gibi. Sadece oturmak bile bazen yorar insanı. Derinlerdeysen eğer, -yani düşünsel açıdan demek istiyorum- oraya kadar inmek yormuştur bedenini, ağrıları hissediyorsun beyninde, omurgan, her zamanki kamburluğun yüzünden artık sitem edercesine düzelmeyi istemiyor ve sen, -yine sen- sadece duvardaki tablodan gözlerini bir an bile ayıramayan bir aptaldan farksız görünüyorsun dışardan bakılınca.

Yağmur damlalarını ağır çekimde izlemeyi denedin mi hiç? Ya da dalgalı bir denizdeki hortum hareketlerini? Belki de çözümü çok farklı yerlerde arıyorsun. Yoksa soracağın soruları mı demeliydim? Doğru ya; sorular da, cevaplar da aynı kapıya çıkıyor aslında. Tek bir cümlecik ya da cümleler dizisi... Anlamların ne önemi var? Hayatın ta kendisi tamamıyla anlamsız geliyorken sana, anlamların ne önemi var? İstediklerin bitti mi şimdi? Ne de olsa ne soru kaldı, ne de cevap. İsteklerinin sonu geldi mi?

En derinlerde olmalısın aslında, ya da en yükseklerde. Derinlere indiğinde yüzeyi seyretmek, ve ışıktan başka bir şey görememek; veyahut yükseklerde iken aşağılara bakmak ve ağaçtan, topraktan, kimi zamansa buluttan ve sisten başka hiç bir şey olmadığını zannetmek... Oraya kadar kovalayamaz düşüncelerin seni herhalde. O kadar güçlü ayakları, o kadar güçlü vücutları yok onların. Beynin oyun oynayamaz sana oralarda daha fazla. Küçük beyaz noktacıklar da görmezsin, uyandığında...

Yine çelişkidesin. Hem temiz hava istiyorsun, hem erimiş oksijen. İkisinin de iyi geleceğini düşünüyorsun, peki nasıl? Yoksa istediğin tek şey sessizlik mi? Ama odan da sessiz işte, mor koltuğundan başka bir şey yok gibi odada. Saatinin tik-taklarını duyabileceğin kadar sessiz hem de -işte bir başka güven verici ses-... Düşüncelerde olabildiğin kadar denizlerde ya da gökyüzlerinde de derinlere inebilmeyi isterdin, hep. Evet evet, düşüncelerini daha fazla ötekileştirebilirsin belki, çok çok daha uzaklara gidebilirsen eğer... Hep bahsi geçen "hedef nokta"ya fırlatabilirsen kendini bir ok gibi, 12'yi vurup 50 puanı alabilirsin sonuçta...

Küçük bir hatırlatma yapıyor sana yine beynin: "Hedefe en yakın noktalardan biri de 1 puanlık noktadır!"... Oysa hiç fırlamasan, elde var sıfır...

14 Ocak 2010 Perşembe

Film Tadında Rüyalar

Öncelikle iyi geceler efenim...

Bu gece, film tadındaki rüyalarımızdan bahsetmek istiyorum biraz. Size hiç oldu mu? Sanki bir kurgu var etrafta ve siz bu kurgunun içinde, ya bir izleyici olarak, ya da bir rolde yer alıyorsunuz.

Benim böyle hatırladığım 2 tane rüyam var. Biri bu akşam uykuya yattığımda (evet, akşam,
şöyle 3 saatliğine falan, enerji toplamak için =) ) gördüğüm, hafif ortaçağ havasında, bir o kadar ilginç, atraksiyonlu ve güzel rüya... Bir diğeri ise birkaç yıl önce gördüğüm, korku filmi havasında, woodoo tadında bir film =) Rüyalarımın senaryolarını şimdilik buradan paylaşmayı düşünmüyorum. İleride çekeceğim filmlerde göreceksiniz zaten, biraz daha sabredin derim, ama doğruyu söylemek gerekirse, güzel kareler var aklımda.

Film çekmek demişken, sanırım ömrümü tamamlamadan en çok yapmak istediğim 2. şey de bu olsa gerek. İlki ise bir bilgisayar oyunu tasarlamak. Bu oyun da korku oyunu olacak, söylememe gerek yok herhalde, beni tanıyanlar tahmin etmiştir :)

Çok daha gençken oynadığım bir oyun vardı, pek fazla kişi bilmez, adı "Undying". 2000 - 2002 yapımı falan olması lazım. Çıkış tarihine bakınca, grafikler falan aslında bayağı kaliteliydi. Kurgu derseniz zaten muhteşem. İngilizcemin gelişmesinde etkili olan kilometre taşlarından biridir belki kurgusu. Ben daha başka hiç bir oyuna bu kadar zaman harcadığımı hatırlamıyorum (Hitman dahil olmak üzere). Sırf tüm oyunu felsefesine uygun bir şekilde anlayıp oynayacağım diye, oyunda yer alan tüm hatıra defterlerini ve hikayeleri çevirmiştim. Hatta bunun için ayrı bir defterim bile vardı! O kadar güzel edebi eserler vardı ki... Bilhassa lanetli kardeşlerden biri, ressam Aaron'un hatıra defteri tam Shakespeare'likti...Aklıma takıldı şimdi, dur şu oyunu bulup
indireyim, yine oynayayım...

Oyun yaparken aslında birçok detayı da düşünmek gerekiyor. Undying belki buna en güzel örneklerden biri. Grafikler tam, karakter güzel oturmuş, mekanlar deseniz muhteşem; ama oyunun bir ruhu da vardı. Kimi zaman film tadında, kimi zaman roman. Hikayenin içinde kaybediyordunuz kendinizi. Hatırlıyorum da, o zamanlar daha lise hazırlıktaydım ve her hafta başı okula geldiğimde, haftasonu evdeyken oynadığım sahneleri bir bir arkadaşlarıma anlatırdım ve onlar da beni can kulağıyla ve büyük bir merakla dinlerlerdi. Bütün bu detayları ve hikayeleri çıkarınca geriye klasik düşman vurmalı, canavar katletmeli oyunlardan farksız ve sıkıcı bir
konsept kalıyor zaten. İşte Undying'i bütün benzerlerinden ayıran ve sizi gecenin bir köründe ışıkları kapatıp, kulaklığı takarak sesi sonuna kadar açıp, başınıza geleceklerden çevrenizdekilerin sorumlu olmadığına dair bir vasiyet yazdıktan sonra oynamaya başlamanıza sebebiyet veren özellikler de bu detaylarda gizli.

Evet evet... Şu oyunu bulup yine oynayasım var. Zaten oyundaki hikayeleri çevirip kaydettiğim defterimi kaybettim. Oynadıkça güzel yazıları burada da sizinle paylaşırım yine. Tekrar iyi geceler diyor, Undying tadında, film edasında, bol heyecanlı, uçmalı rüyalar diliyorum.

Not: Oyunun muhteşem main theme müziği için bkz: http://billbrownmusic.com/BBmusic/Undying_Main_Theme.mp3


12 Ocak 2010 Salı

Hayır, Aslında Uyumak İstemiyoruz!


Yine uyku, yine uyku...
En büyük dertlerimden biri. Düşünsenize, hayatınızda uykuya harcadığınız zamanı, daha yararlı nerelerde kullanabilirdiniz?

1. Sınava çalışmak için gündüzden başlamak zorunda kalmazdınız.
2 Güzel bir filmin tam ortasında uykuya yenik düştüğünüzü farkedip, filmi kapatıp yatmazdınız.
3. Tüm gece kitap okuyabilirdiniz.
4. Gündüz işinize ya da okulunuza yeterli vakit ayırdığınızdan, gece de kendinize vakit ayırabilmeniz için ekstradan bolca zamanınız olurdu.
5. Gece gittiğiniz manzaralı bir yerden, uykunuz geldi diye kalkmak zorunda kalmazdınız.
6. En verimli, yaratıcı düşüncelerinizi gece oluşturduğunuzu varsayarsak, çalışmalarınıza ve üretkenliğinize uyku darbesini vurmak zorunda kalmazdınız.
7. Bu kadar fazla kahve tüketmek zorunda kalmazdınız =)
...
Liste uzayıp gider...
Uyurken neler kaçırdığımızın farkında bile değiliz aslında. Hep merak etmişimdir, acaba günün birinde insanların ortalama uyku sürelerini çok kısa bir zamana indirecek formül geliştirebilecekler mi? Ne de süper olur... =)

Şimdi gelelim bu yazıyı niye yazdığıma... Bugün üniversitemdeki 7. dönemimin ilk finaline girdim. Dolayısıyla dün gece sabaha kadar çalışmış ve uykusuz kalmıştım. Sınav sabah 9'daydı, ve ben sınavdan çıkar çıkmaz eve koştum uyumak için. Saat 11 gibi evdeydim ve kafayı vurup yattım. Uyandığımda saat 4 civarı bir şeydi. Hani süper bir uyku çeksem, zinde uyansam, kendimi gerçekten daha iyi hissetsem yine iyi... Birincisi, sebebini bilmediğim bir şekilde her saat başı uyandım, üst kattaki komşular çok gürültü yaptılar, burnum tıkandı falan filan... Mis gibi güneşli bir kış gününü camış gibi uyuyarak geçirdim. Uykusuz girdiğim sınavda yaptığım yanlış sorular da cabası... Uykuya muhtaç olmak istemiyorum kardeşim! İS-TE-Mİ-YO-RUUUUM!

11 Ocak 2010 Pazartesi

3 Saniye

Geriye alabilseydim zamanı, sadece 3 saniyeliğine...
Neleri değiştirebilirdim?
Düşünmeden söylenmiş bir sözü söylemezdim mesela...
Ya da korkup kaçmak için arkamı döndüğüm anlarda,
Geri dönüp kalabilirdim...
Yataktan kalkıp, yeni bir güne başlamayı "5 dakika" daha ertelemezdim.
Verdiğim cevabı daha yumuşak bir ses tonuyla düzeltebilirdim.
Sadece 3 saniye farkla, reddedebilirdim aslında istemeden kabul ettiğim şeyleri...
Otobüsü kaçırmazdım hiç...
Hep zamanında giderdim her yere mesela...
Arkama bakmadan gittiğim yolda, bir kerecik olsun dönüp arkama bakardım, eğer 3 saniye geriden başlatabilseydim zamanı tekrar...
...ve hatta yürüdüğüm yolu geri koşup, özür dilerdim belki sessizce...
Geriye alabilseydim zamanı...
...sadece ve sadece 3 saniyeliğine...

10 Ocak 2010 Pazar

Kırmızı Olmalıydı

Kırmızıydı, gözünü ilk açtığında gördüğün şey...
Maviydi oysa gökyüzü.
Beyazdı, bembeyazdı tüm hayaller;
Yeşille bezenmişti sanki kafandakiler.
Kullanamadın siyahı olabildiğince,
Belki de bu yüzden siyahtı giydiğin elbise.
Pembeyi çok severdin,
Dalabilseydin derin bir sessizliğe...
Şimdi düşününce,
En çok mavi olmak istemiştin.
Nereden bilebilirdin,
Boğulurken insanın son gördüğü şey
Mavidir...
Ama kırmızıydı,
Merhaba derken dünyaya işte!
Kırmızıydı o ev,
Ve kırmızıydı,
Göğsünü yardıklarında görülecekler!



Not: Facebook hesabımdan eski yazılarımı buraya fortluyorum =) Umarım bana kızmazsınız, ama şu sıra yazasım yok sanırım pek... En kısa sürede görüşmek dileğiyle =)

4 Ocak 2010 Pazartesi

Ben

"Ben" dedi kâmil ve düştü birden bire lanetli bir huşûnun içine. Tüm zamanlar boyunca kullanmadığı bir zamir, aniden her şeyi değiştirmişti. Baktı etrafına, kimse kalmadı, her şey yok oldu bir bir ve "ben" dedi ikinci bir kez, bu sefer kendi de yok oldu, artık kâmil yoktu, sadece insan vardı...İnsan-ı kâmillikten çıkmıştı.