Yerim oldukça rahat ve geniş olmasına rağmen, yadırgamadım değil. Tüm geceyi, ertesi günü düşünerek uyandığım ufak boşluklarla böldüm sanırım. Saat 9 gibi Krisztina'nın zili çaldı ve kalktık. Nedenini anlayamadığım bir şekilde başım feci ağrıyordu. Krisztina ve ben birer duş aldık, sonra giyindik, hazırlandık, saati 10 ettik. Tam kapıdan çıkmışız ofise doğru yollanıyoruz, birden fotoğraf makinemi unuttuğumu farketmemle koşa koşa eve döndük. Bu esnada ofise giden otobüsün kalkmasına 3 dakika vardı ve durak yürüyerek 2 dakika uzaklıktaydı. Hemmen foto makinemi kaptığım gibi 3 kız hızlı hızlı otobüs durağına doğru yürümeye başladık. Şükür ki daha otobüs gelmemişti. Sanırım saat 10.30a doğru ofiste (yani yurt binasında) idik. Krisztina, kahvaltı için ofise kahve, soğan, domates, biber falan getirmişti. Ardından gelen Balazs da yumurta, süt, tavuk jambon, ekmek vs getirdi. Hemen işe koyulduk. Yurdun mutfağında ben, Balazs, Özge, Martin, Hilmi hep birlikte millete güzel bir kahvaltı vermek için kolları sıvadık. Martin ile Balazs yumurtaları kırıp çırptı, ben soğanı doğradım, Özge de domatesleri dilimledi. Sonra Balazs ve ben, ocağın başına geçtik ve birer tavada ikimiz de soğanlarla jambonları kavurmaya başladık. Yaklaşık 5-10 dakikalık bir kavurmadan sonra yumurtaları döktük ve karıştırmaya devam ettik. Sanırım 15-20 dakikaya tüm grubun kahvaltısı hazırdı. E
kmekler de ben ve Martin tarafından kesildikten sonra ofis masasına götürüldü. Bu esnada Attila (benim benzetmemle Benjamin, çünkü çocuk aşırı bir şekilde Lost dizisindeki Benjamin karakterine benziyordu) kahvelerle, Edit ise çayla ilgileniyordu. Ofisin ortasında bulunan büyük masada hep birlikte kahvaltımızı ettik, fotoğraflar çektik. Bizim ev arkadaşı Auridas da gelmişti. Herkes kahvaltısını bitirdikten sonra, Bence'nin evinde (bizim dememizle ahır düzende) kalan 7 kişi geldi; ancak onlara hiç omlet kalmamıştı :) Etrafı biraz toplayıp keyif çaylarını da içtikten sonra gezmelere başlamak üzere aşağı, yurt binasının girişine indik.
BudaQuest
Grupça 30 kişi olduğumuzdan hep birlikte
gezmemiz imkansız gibiydi. O nedenle 3 gruba ayrıldık. İlk grup Agi ve Edit'in grubuydu, ikinci grup Attila ve Balazs, üçüncü grup da valla birilerinindi ama hatırlamıyorum. Bize hangi gruba düşmemizi belirlememiz için kura çektirdiler. Açıkçası gönlüm ikinci gruptan yanaydı, çünkü en çok muhabbet ettiğim ve en eğlenceli bulduğum iki kişi o gruptaydı; ancak kör şeytan, birinci grubu seçtim :/ Bizim grupta Tolga, Özge, Gamze, Onur, Adam, babası Hintli olan çocuk, Edit, Agi ve Auridas yer alıyordu. Koç Üniversitesi'nden olan Gamze ve Onur'un bir döviz bürosundan para değiştirmeleri gerekiyordu, bu yüzden zamanımızın bir kısmını onlara döviz bürosu aramakla geçirdik. Bu esnada Edit ile Agi bize Macarca bir şarkı öğrettiler. Şarkı
Tuna Nehri'nden esen rüzgar ve fakir adam ile ilgili bir şeydi, melodisi ve sözleri hala aklımda iken, İstanbula döner dönmez sesimi kaydettim. Şarkı bilgisayarımda kendi sesimden duruyor. =) Şarkılar söylerken söylerken, Çarşı gibi bir alana gittik, orada Özge ve ben bazı hediyelik eşyalar aldık, minik minik şeyler almama rağmen çok para tuttu valla anlayamadım. Sonra meydanlık bir alana çıktık. Burada bize yoldan geçen Macarlarla fotoğraf çekmemizi söylediler. Birkaç kişi bulduk bunun için ve fotoğraf çekindik. Sonra bir şekilde yolda Bence ile planlanmış bir karşılaşma yaptık. Günün ilerleyen saatlerinde Budapeşte'de Uluslararası Yastık Savaşı (Pillow Fight) olduğundan (ve biz de ona katılmayı düşündüğümüzden) bize yastıklarımızı getirdi. El çantam, fotoğraf makinesi çantasından sonra başıma bir de yastık çıktı. Onu da taşıdık gittiğimiz her yere. Neyse, bu oyalanmalar ve çarşı gezmelerinden sonra metroya atlayıp
"Kahramanlar Meydanı" olarak Türkçeleştirebileceğimiz; Macarcası "Hösök Tere" olan o meşhur meydana gittik. Burad
a kendi figürlerimizle yere oturup (hatta yatıp) IAESTE yazısını oluşturmaya çalıştık, ve de bu anı fotoğraf çekerek ölümsüzleştirdik. Hem yatarak hem de ayakta olmak üzere 2 farklı şekilde IAESTE yazdık koca meydana. Eğlenceliydi. Sonra bizden, meydanda duran koca yeşil heykellerden kaçının kadın olduğunu bulmamızı istediler. 3 tane kadın vardı :) Aslında ilginç bir uygulamaydı, bu gibi basit bir araştırma sayesinde tüm heykellerin yüzüne tek tek dikkatlice bakmış olduk. Ardından tekrar atlayıp metroya geri geldik.
Bulunduğumuz noktadan tekrar bir otobüse binince, kaleye çıkan zorlu yolun orada bulduk kendimizi. Normalde sanırım teleferikle çıkılıyorBu sefer hedefimiz Buda Kale
si idi (Yanılmıyorsam Kanuni Sultan Süleyman'ın fethettiği Budin Kalesi).
Kaleye çıkmadan önce bir markete girdik ve su, ice tea, kruvasan, çikolata gibi şeyler aldık. Bu gavurlar da hep bira aldı. Gündüz gözüne o sıcakta ne varsa içmekte...
muş; ancak bizdeki şansa teleferik kullanım dışı imiş. Biz de yayan çıkalım bari dedik ve başladık yürümeye... Hafif eğimli bir yolda surların kenarından yürürken yürürken bir de ne görelim! Koskoca bir kalabalık, durmuş yolu kapatmış, öyle bir şeye bakıyorlar. Allahım bu ne! Böyle bir ayin, bir tören havası, ses sistemi kurmuşlar, mikrofonla sanki tiyatro yapıyorlar. Çılgın kalabalığı yararak bir şekilde ilerlemeye çalıştık. Gördüğüm kadarıyla Hz. İsa'yı temsil eden bir adam (omuzlarına temsili büyük bir kütük bağlanmış) vardı ve sanırım onu çarmıha germeye götürdükleri sahneyi canlandırıyorlardı. Neyse, biz bir şekilde çılgın kalabalığı aştık kenardan, köşeden, bucaktan ve yolumuza devam etmeyi başardık. Aslında gösterilerinin (ya da törenlerinin) devamında ne yapacaklarını cidden merak ettim. Her neyse, maceralı günün devamında, kalenin en tepesinde Twinning Macaristan koordinatörü Szuszie ile buluştuk ve tepede yer alan çimenlik bir alanda, bir ağaç gölgesinin altına oturarak biraz dinlendik, kruvasanlarımızı yedik, içeceklerimizi içtik. He bu arada kale içinde falan fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Arkada nefis Tuna nehri, üzerinde köprüler, sahil boyunca tarihi binalar ve parlamento binası da fotoğrafın panaromikliğine panaromiklik katıyordu :D. Kale içinde de yeteri kadar dinlendikten sonra, Edit'e Gül Baba Türbesi'ne gidip gidemeyeceğimizi sordum. Birkaç yeri aradıktan sonra türbenin saat 4'te ziyaretçilere kapandığını söyledi. Açıkçası gerçekten üzüldüm. Sen Macaristanlara kadar git, ataların gibi Budin Kalesi'ni fethet, sonra Gül Baba türbesini göremeden ayrıl!
World Pillow Fight - Dünyanın En Büyük Yastık Savaşı
Kaleden su seviyesine inip Tuna Nehri boyun
ca yürümeye devam ettik. Programımızda sırada "World Pillow Fight" vardı. Nehir kıyısında yürürken havada hafif polenler
in uçuştuğunu farkettim. Tam "Acaba nerede kavak ağaçları var" diye etrafıma bakınıyordum ki, bu polen ve tüylerin Yastık Savaşı alanından geldiğini gördüm. Alanda birbirine yastıklarla vuran çılgın kalabalık aşırı komik ve çekici
görünüyordu. Hemen sabahtan beri elimde taşıdığım yastık poşedini yırttım ve yastığımı çıkarttım. Alanda bizim diğer 2 gezi grubunu da buldum ve arkadaşlara elimdeki yastığımla hunharca saldırmaya başladım =) Aslına bakılırsa meydanda benden daha hunharları vardı, millet birbirine öyle sert vuruyordu ki, çılgın kalabalığın ortasına kadar gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Biz Yastık Savaşı'na biraz geç kaldığımız için, pek fazla vakit geçiremedik. Herkesin pelti çıkmıştı.
Gül Baba Türbesi, Kaçak Giriş
Yastık Savaşı'ndan çıkan yorgun savaşçılar olarak, bir sonraki durağımızın ner
esi olacağına karar vermek üzere tekrar toplaştık. Attila'ya "Hani Gü
l Baba'ya gidecektik?" diye sorduğumda, "Tamam, gidelim o zaman" diye hemen organizasyon işine girişti ve ben, Tolga, Hilmi, Martin, Balazs ve Attila olarak 6 kişilik küçük bir ekiple Gül Baba Türbesi'ne doğru yola çıktık. Önce Tuna Nehri üzerindeki köprüden karşıya geçtik, açıkçası çok güzeldi. Bu arada
Zsofia da bizimle geldi; fakat o Gül Baba'ya değil, başka bir yere gidecekmiş. Tuna Nehri'nin diğer ucunda otobüs durağında yanlış hatırlamıyorsam 86 numaralı otobüsü bekledik. Bu bekleme esnasında Attila cebinden bir kağıt çıkardı. Kağıtta Üsküdara Gider İken" şarkısının sözleri yazıyordu ve o da söylemeye çalışıyordu. Çok komikti :) Ben de onlara bugün Macarca bir şarkı öğrendiğimi; ancak sözleri ve melodiyi unuttuğumu söyledim. Hangisi olduğunu çok merak ettiler ve hemen arkadaşlarını arayıp bize hangi şarkıyı öğrettiklerini sordular. "Hey Duna do fuya see" gibi sözlerinin yazımını Türkçeleştirebileceğim şarkıyı, bir kez de onlar eşliğinde söyledik. Yaklaşık 10 dakikalık bir otobüs yolculuğunun ardından, Zsofia'yı otobüste bırakarak indik. Ve karşıdan karşıya geçerek yukarılara bir yerlere tırmandığımız yokuşlu merdivenli yollara vurduk kendimizi. Bu yürüyüş sırasında da Attila ve Balazs bize IAESTE Boozers şarkısını öğrettiler: "We are we are we are we are IAESTE engineers, we can we can we can we can demolish all the beers, drink rum drink rum drink rum drink rum and come along with us, cause we don't give a damn for any damned man who don't give a damn for us! IAESTE boozers halleluijah...." şeklinde devam eden ve giden şarkının en eğlenceli yeri şüphesiz "causewedontgiveadamnforanydamnedmanwhodontgiveadamnforus!" kısmı idi. =) Bu kısmı hariç şarkıyı ezberledim. Bir şarkı daha öğrettiler; neydi ya... Şu an aklıma gelmiyor ama o da güzeldi. IAESTE ile ilgiliydi.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik... Sonunda Gül Babamızın, alim insanın türbesine vardık. Aman Allahım! Buradan Budapeşte ne kadar da güzel görünüyordu! Türbe Budapeşte'nin herhalde en yüksek tepelerinden birine yapılmıştı, ve yanında teras gibi bir çıkıntıdan tüm Tuna nehrini ve Budapeşte'yi görebiliyorduk. Türbe kapalıydı, kapısında da 2 adam vardı; ancak türbenin dışından da çok rahat bir şekilde içeriyi görebiliyor, fotoğraf çekebiliyorduk. Onlar teras gibi olan çıkıntıda oyalanırken, ben de fotoğraf çekimlerime kendimi adadım. Dışarıdan görebildiğim kadarıyla türbenin içinde bulunduğu avlunun duvarlarında yer yer cami duvarlarını süsleyen mermer motifler vardı. Fotoğraf çekimlerim sırasında kapıda duran bekçi bana bir şeyler söylemeye çalıştı, fakat anlamadığım için Attila'yı yanıma çağırmak zorunda kaldım. Attila Macarca adamla konuştu, ve dedi ki "Eğer istersek bizi içeri sokacak, fakat 1200 Ft istiyor". Biz aramızda anlaştık, ve 1200 Ft toplayarak içeri girmeyi başardık. Normalde sezon boyunca içerisi kapalıymış, bu yüzden adam çabuk olmamız gerektiğini söyledi ve bizi içeri soktu. Kendi de içeri girerek bazı şeyler hakkında bizi bilgilendirdi. Avlunun ortasında duran türbenin yanı sıra, bekçinin anlatmalarından bir şey anlamadığım ve ayak yolu (ya da ayak yıkamak için bir yer) olduğunu düşündüğüm bir yer ve temiz su akan bir çeşme (bekçi bu suyun yüz-
yıllardır aktığını söyledi ve şifalı olduğunu da ekledi. Çeşmenin suyundan içmeyi de ihmal etmedik) vardı. Tam bu anda Attila çok yavaş hareket ettiğimi düşündüğünden olsa gerek, elimden makineyi kaptı ve beni, arkadaşlarımı, çevreyi, her şeyi çat çat çekmeye başladı. Bekçi türbenin kapısını da açtığında içeri girip girmemek konusunda tereddütte bulundum. Ömer'in demesine göre ikindi vaktinden sonra türbe gezilmezmiş, ayrıca başım bile kapalı değildi. Arkadakilerin gazlamasıyla "Ya Allah" dedik ve kendimizi içeride bulduk. Ortada başında kavuğu olan, temsili tabut şeklinde bir yapı ve duvarlarda yine dikdörtgen çerçeveler şeklinde cami motifleri ile Arapça yazılar vardı. Attila tüm detayları bir bir görüntüledikten sonra "Go Go Go" diyerek acele ile bizi içeriden çıkarttı. hemen 1-2 kare de avlunun kenarında aldıktan sonra (zaten tam o anda şarjım da bitti) alelacele çıkıverdik türbeden. Bekçi ile vedalaşıp dönüş yoluna koyulduk.
Alabildiğine Yeşil ve Alabildiğine Büyük Bir Park Hayal Edin
Geldiğimiz yolu aynen aşağı indik. Bu esnada Attila ile aramızda fotoğraf makinesi geyiği döndü. Canon Power Shot'ların optiklerinin yapıldığı malzemeyi iyi bulmadığını, hemen kırıldığını falan söyledi. Yine Tuna seviyesine indiğimizde Balazs yurda döneceğini, eğer istersek onunla gidebileceğimizi ya da kalıp biraz daha gezebileceğimizi söyledi. Attila kalmak isteyenleri gezdireceğini ekledi, bunun üzerine ben kalmaya karar verdim, benimle birlikte Tolga da kaldı ve Hilmi ile Martin, Balazla birlikte yurda döndüler (yani okulun yurduna :) ). Tuna kenarında yürürken Üsküdar'a gider iken'i çalıştık. Yol boyu bu şarkıyı ezberlemeye çalışan Attila, anca ilk 2 mısrayı ezberleyebildi. Attila'nın bizi götürdüğü yön, Margharita Park isminde yeşillik çayır çimen orman bir alandı. Millet güneşin keyfini çıkarıyor, kimi piknik yapıyor, kimi sadece malaklanıyor, kimi badminton oynuyor, kimi de nargilesini tüttürüyordu. Bu koca alanda aynı zamanda kortlar da vardı. Koskoca yemyeşil bir alan... Attila baharda bu alanın tamamiyle sarı çiçeklerle kaplandığını söyledi. Açıkçası o görüntüyü görmek isterdim. Parkta bir de fıskiye havuzu bulunmaktaydı; ancak sadece yazın çalışıyormuş ve çalışırken aynı zamanda müzik de çalıyormuş. Bu uzun ve rahatlatıcı yürüyüşümüz esnasında politika, gezdiğimiz ülkeler, yaptığımız aktiviteler, tarih gibi çeşitli konularda konuşma fırsatımız oldu. Örneğin Attila neden İstanbul'un başkent olmadığını sordu çünkü ona göre ticari açıdan ve bir çok açıdan en işlek şehir olan İstanbul başkent olmalıydı. Ben de ona neden Ankara'nın başkent yapıldığını, taa Atatürk zamanlarından ve Kurtuluş Savaşı'mızdan başlayarak anlattım. İkna oldu sanırım. =) Konuştuğumuz şeylerden biri de IAESTE stajı içim yazın Kore'ye gitme ihtimalimin olması idi. Kore'ye gitmeye nasıl karar verdiğimi falan sordu, ve "Ben de yerinde olsam Kore'yi seçerdim, çünkü bir daha gitme fırsatın olmayabilir." dedi. Parkın sonunda yer alan otobüs durağından, Krisztina'ların evinin oraya en yakın geçen otobüse bindik. Otobüste de Attila'nın Türkiye gezisinden, izlenimlerinden ve deneyimlerinden bahsettik. Örneğin Türk Hamamı'na gitmiş ve keselenmemiş çünkü Türkler dahi keselenmekten korkmuş. =) Nasıl bir şey olduğunu sordu. Bir de neden keselenmeden önce ya da kese esnasında sabun sürülmediğini, kadınlarla erkeklerin ayrı olup olmadığını falan sordu. Onların gittiği saatte aynı imiş sanırım. Ben de elimden geldiği kadarıyla yanıtlamaya çalıştım. Bir de bazı ülkelerin bazı şeyleri paylaşamadıklarından bahsetti, örneğin Türklerle Yunanlıların müzikleri ve çalgı aletlerini paylaşamamaları gibi.
TO BE CONTINUED