Bu benim dünyam değildi!

:)

7 Nisan 2009 Salı

Macar-Türk Birlikteliği Twinning Programı 2. Gün

Budapeşte'ye Günaydın "Jo reggelt!"

Yerim oldukça rahat ve geniş olmasına rağmen, yadırgamadım değil. Tüm geceyi, ertesi günü düşünerek uyandığım ufak boşluklarla böldüm sanırım. Saat 9 gibi Krisztina'nın zili çaldı ve kalktık. Nedenini anlayamadığım bir şekilde başım feci ağrıyordu. Krisztina ve ben birer duş aldık, sonra giyindik, hazırlandık, saati 10 ettik. Tam kapıdan çıkmışız ofise doğru yollanıyoruz, birden fotoğraf makinemi unuttuğumu farketmemle koşa koşa eve döndük. Bu esnada ofise giden otobüsün kalkmasına 3 dakika vardı ve durak yürüyerek 2 dakika uzaklıktaydı. Hemmen foto makinemi kaptığım gibi 3 kız hızlı hızlı otobüs durağına doğru yürümeye başladık. Şükür ki daha otobüs gelmemişti. Sanırım saat 10.30a doğru ofiste (yani yurt binasında) idik. Krisztina, kahvaltı için ofise kahve, soğan, domates, biber falan getirmişti. Ardından gelen Balazs da yumurta, süt, tavuk jambon, ekmek vs getirdi. Hemen işe koyulduk. Yurdun mutfağında ben, Balazs, Özge, Martin, Hilmi hep birlikte millete güzel bir kahvaltı vermek için kolları sıvadık. Martin ile Balazs yumurtaları kırıp çırptı, ben soğanı doğradım, Özge de domatesleri dilimledi. Sonra Balazs ve ben, ocağın başına geçtik ve birer tavada ikimiz de soğanlarla jambonları kavurmaya başladık. Yaklaşık 5-10 dakikalık bir kavurmadan sonra yumurtaları döktük ve karıştırmaya devam ettik. Sanırım 15-20 dakikaya tüm grubun kahvaltısı hazırdı. E
kmekler de ben ve Martin tarafından kesildikten sonra ofis masasına götürüldü. Bu esnada Attila (benim benzetmemle Benjamin, çünkü çocuk aşırı bir şekilde Lost dizisindeki Benjamin karakterine benziyordu) kahvelerle, Edit ise çayla ilgileniyordu. Ofisin ortasında bulunan büyük masada hep birlikte kahvaltımızı ettik, fotoğraflar çektik. Bizim ev arkadaşı Auridas da gelmişti. Herkes kahvaltısını bitirdikten sonra, Bence'nin evinde (bizim dememizle ahır düzende) kalan 7 kişi geldi; ancak onlara hiç omlet kalmamıştı :) Etrafı biraz toplayıp keyif çaylarını da içtikten sonra gezmelere başlamak üzere aşağı, yurt binasının girişine indik.

BudaQuest

Grupça 30 kişi olduğumuzdan hep birlikte
gezmemiz imkansız gibiydi. O nedenle 3 gruba ayrıldık. İlk grup Agi ve Edit'in grubuydu, ikinci grup Attila ve Balazs, üçüncü grup da valla birilerinindi ama hatırlamıyorum. Bize hangi gruba düşmemizi belirlememiz için kura çektirdiler. Açıkçası gönlüm ikinci gruptan yanaydı, çünkü en çok muhabbet ettiğim ve en eğlenceli bulduğum iki kişi o gruptaydı; ancak kör şeytan, birinci grubu seçtim :/ Bizim grupta Tolga, Özge, Gamze, Onur, Adam, babası Hintli olan çocuk, Edit, Agi ve Auridas yer alıyordu. Koç Üniversitesi'nden olan Gamze ve Onur'un bir döviz bürosundan para değiştirmeleri gerekiyordu, bu yüzden zamanımızın bir kısmını onlara döviz bürosu aramakla geçirdik. Bu esnada Edit ile Agi bize Macarca bir şarkı öğrettiler. Şarkı
Tuna Nehri'nden esen rüzgar ve fakir adam ile ilgili bir şeydi, melodisi ve sözleri hala aklımda iken, İstanbula döner dönmez sesimi kaydettim. Şarkı bilgisayarımda kendi sesimden duruyor. =) Şarkılar söylerken söylerken, Çarşı gibi bir alana gittik, orada Özge ve ben bazı hediyelik eşyalar aldık, minik minik şeyler almama rağmen çok para tuttu valla anlayamadım. Sonra meydanlık bir alana çıktık. Burada bize yoldan geçen Macarlarla fotoğraf çekmemizi söylediler. Birkaç kişi bulduk bunun için ve fotoğraf çekindik. Sonra bir şekilde yolda Bence ile planlanmış bir karşılaşma yaptık. Günün ilerleyen saatlerinde Budapeşte'de Uluslararası Yastık Savaşı (Pillow Fight) olduğundan (ve biz de ona katılmayı düşündüğümüzden) bize yastıklarımızı getirdi. El çantam, fotoğraf makinesi çantasından sonra başıma bir de yastık çıktı. Onu da taşıdık gittiğimiz her yere. Neyse, bu oyalanmalar ve çarşı gezmelerinden sonra metroya atlayıp
"Kahramanlar Meydanı" olarak Türkçeleştirebileceğimiz; Macarcası "Hösök Tere" olan o meşhur meydana gittik. Burad
a kendi figürlerimizle yere oturup (hatta yatıp) IAESTE yazısını oluşturmaya çalıştık, ve de bu anı fotoğraf çekerek ölümsüzleştirdik. Hem yatarak hem de ayakta olmak üzere 2 farklı şekilde IAESTE yazdık koca meydana. Eğlenceliydi. Sonra bizden, meydanda duran koca yeşil heykellerden kaçının kadın olduğunu bulmamızı istediler. 3 tane kadın vardı :) Aslında ilginç bir uygulamaydı, bu gibi basit bir araştırma sayesinde tüm heykellerin yüzüne tek tek dikkatlice bakmış olduk. Ardından tekrar atlayıp metroya geri geldik.
Bulunduğumuz noktadan tekrar bir otobüse binince, kaleye çıkan zorlu yolun orada bulduk kendimizi. Normalde sanırım teleferikle çıkılıyorBu sefer hedefimiz Buda Kale
si idi (Yanılmıyorsam Kanuni Sultan Süleyman'ın fethettiği Budin Kalesi).
Kaleye çıkmadan önce bir markete girdik ve su, ice tea, kruvasan, çikolata gibi şeyler aldık. Bu gavurlar da hep bira aldı. Gündüz gözüne o sıcakta ne varsa içmekte...

muş; ancak bizdeki şansa teleferik kullanım dışı imiş. Biz de yayan çıkalım bari dedik ve başladık yürümeye... Hafif eğimli bir yolda surların kenarından yürürken yürürken bir de ne görelim! Koskoca bir kalabalık, durmuş yolu kapatmış, öyle bir şeye bakıyorlar. Allahım bu ne! Böyle bir ayin, bir tören havası, ses sistemi kurmuşlar, mikrofonla sanki tiyatro yapıyorlar. Çılgın kalabalığı yararak bir şekilde ilerlemeye çalıştık. Gördüğüm kadarıyla Hz. İsa'yı temsil eden bir adam (omuzlarına temsili büyük bir kütük bağlanmış) vardı ve sanırım onu çarmıha germeye götürdükleri sahneyi canlandırıyorlardı. Neyse, biz bir şekilde çılgın kalabalığı aştık kenardan, köşeden, bucaktan ve yolumuza devam etmeyi başardık. Aslında gösterilerinin (ya da törenlerinin) devamında ne yapacaklarını cidden merak ettim. Her neyse, maceralı günün devamında, kalenin en tepesinde Twinning Macaristan koordinatörü Szuszie ile buluştuk ve tepede yer alan çimenlik bir alanda, bir ağaç gölgesinin altına oturarak biraz dinlendik, kruvasanlarımızı yedik, içeceklerimizi içtik. He bu arada kale içinde falan fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Arkada nefis Tuna nehri, üzerinde köprüler, sahil boyunca tarihi binalar ve parlamento binası da fotoğrafın panaromikliğine panaromiklik katıyordu :D. Kale içinde de yeteri kadar dinlendikten sonra, Edit'e Gül Baba Türbesi'ne gidip gidemeyeceğimizi sordum. Birkaç yeri aradıktan sonra türbenin saat 4'te ziyaretçilere kapandığını söyledi. Açıkçası gerçekten üzüldüm. Sen Macaristanlara kadar git, ataların gibi Budin Kalesi'ni fethet, sonra Gül Baba türbesini göremeden ayrıl!

World Pillow Fight - Dünyanın En Büyük Yastık Savaşı

Kaleden su seviyesine inip Tuna Nehri boyun
ca yürümeye devam ettik. Programımızda sırada "World Pillow Fight" vardı. Nehir kıyısında yürürken havada hafif polenler
in uçuştuğunu farkettim. Tam "Acaba nerede kavak ağaçları var" diye etrafıma bakınıyordum ki, bu polen ve tüylerin Yastık Savaşı alanından geldiğini gördüm. Alanda birbirine yastıklarla vuran çılgın kalabalık aşırı komik ve çekici
görünüyordu. Hemen sabahtan beri elimde taşıdığım yastık poşedini yırttım ve yastığımı çıkarttım. Alanda bizim diğer 2 gezi grubunu da buldum ve arkadaşlara elimdeki yastığımla hunharca saldırmaya başladım =) Aslına bakılırsa meydanda benden daha hunharları vardı, millet birbirine öyle sert vuruyordu ki, çılgın kalabalığın ortasına kadar gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Biz Yastık Savaşı'na biraz geç kaldığımız için, pek fazla vakit geçiremedik. Herkesin pelti çıkmıştı.

Gül Baba Türbesi, Kaçak Giriş

Yastık Savaşı'ndan çıkan yorgun savaşçılar olarak, bir sonraki durağımızın ner
esi olacağına karar vermek üzere tekrar toplaştık. Attila'ya "Hani Gü
l Baba'ya gidecektik?" diye sorduğumda, "Tamam, gidelim o zaman" diye hemen organizasyon işine girişti ve ben, Tolga, Hilmi, Martin, Balazs ve Attila olarak 6 kişilik küçük bir ekiple Gül Baba Türbesi'ne doğru yola çıktık. Önce Tuna Nehri üzerindeki köprüden karşıya geçtik, açıkçası çok güzeldi. Bu arada
Zsofia da bizimle geldi; fakat o Gül Baba'ya değil, başka bir yere gidecekmiş. Tuna Nehri'nin diğer ucunda otobüs durağında yanlış hatırlamıyorsam 86 numaralı otobüsü bekledik. Bu bekleme esnasında Attila cebinden bir kağıt çıkardı. Kağıtta Üsküdara Gider İken" şarkısının sözleri yazıyordu ve o da söylemeye çalışıyordu. Çok komikti :) Ben de onlara bugün Macarca bir şarkı öğrendiğimi; ancak sözleri ve melodiyi unuttuğumu söyledim. Hangisi olduğunu çok merak ettiler ve hemen arkadaşlarını arayıp bize hangi şarkıyı öğrettiklerini sordular. "Hey Duna do fuya see" gibi sözlerinin yazımını Türkçeleştirebileceğim şarkıyı, bir kez de onlar eşliğinde söyledik. Yaklaşık 10 dakikalık bir otobüs yolculuğunun ardından, Zsofia'yı otobüste bırakarak indik. Ve karşıdan karşıya geçerek yukarılara bir yerlere tırmandığımız yokuşlu merdivenli yollara vurduk kendimizi. Bu yürüyüş sırasında da Attila ve Balazs bize IAESTE Boozers şarkısını öğrettiler: "We are we are we are we are IAESTE engineers, we can we can we can we can demolish all the beers, drink rum drink rum drink rum drink rum and come along with us, cause we don't give a damn for any damned man who don't give a damn for us! IAESTE boozers halleluijah...." şeklinde devam eden ve giden şarkının en eğlenceli yeri şüphesiz "causewedontgiveadamnforanydamnedmanwhodontgiveadamnforus!" kısmı idi. =) Bu kısmı hariç şarkıyı ezberledim. Bir şarkı daha öğrettiler; neydi ya... Şu an aklıma gelmiyor ama o da güzeldi. IAESTE ile ilgiliydi.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik... Sonunda Gül Babamızın, alim insanın türbesine vardık. Aman Allahım! Buradan Budapeşte ne kadar da güzel görünüyordu! Türbe Budapeşte'nin herhalde en yüksek tepelerinden birine yapılmıştı, ve yanında teras gibi bir çıkıntıdan tüm Tuna nehrini ve Budapeşte'yi görebiliyorduk. Türbe kapalıydı, kapısında da 2 adam vardı; ancak türbenin dışından da çok rahat bir şekilde içeriyi görebiliyor, fotoğraf çekebiliyorduk. Onlar teras gibi olan çıkıntıda oyalanırken, ben de fotoğraf çekimlerime kendimi adadım. Dışarıdan görebildiğim kadarıyla türbenin içinde bulunduğu avlunun duvarlarında yer yer cami duvarlarını süsleyen mermer motifler vardı. Fotoğraf çekimlerim sırasında kapıda duran bekçi bana bir şeyler söylemeye çalıştı, fakat anlamadığım için Attila'yı yanıma çağırmak zorunda kaldım. Attila Macarca adamla konuştu, ve dedi ki "Eğer istersek bizi içeri sokacak, fakat 1200 Ft istiyor". Biz aramızda anlaştık, ve 1200 Ft toplayarak içeri girmeyi başardık. Normalde sezon boyunca içerisi kapalıymış, bu yüzden adam çabuk olmamız gerektiğini söyledi ve bizi içeri soktu. Kendi de içeri girerek bazı şeyler hakkında bizi bilgilendirdi. Avlunun ortasında duran türbenin yanı sıra, bekçinin anlatmalarından bir şey anlamadığım ve ayak yolu (ya da ayak yıkamak için bir yer) olduğunu düşündüğüm bir yer ve temiz su akan bir çeşme (bekçi bu suyun yüz-
yıllardır aktığını söyledi ve şifalı olduğunu da ekledi. Çeşmenin suyundan içmeyi de ihmal etmedik) vardı. Tam bu anda Attila çok yavaş hareket ettiğimi düşündüğünden olsa gerek, elimden makineyi kaptı ve beni, arkadaşlarımı, çevreyi, her şeyi çat çat çekmeye başladı. Bekçi türbenin kapısını da açtığında içeri girip girmemek konusunda tereddütte bulundum. Ömer'in demesine göre ikindi vaktinden sonra türbe gezilmezmiş, ayrıca başım bile kapalı değildi. Arkadakilerin gazlamasıyla "Ya Allah" dedik ve kendimizi içeride bulduk. Ortada başında kavuğu olan, temsili tabut şeklinde bir yapı ve duvarlarda yine dikdörtgen çerçeveler şeklinde cami motifleri ile Arapça yazılar vardı. Attila tüm detayları bir bir görüntüledikten sonra "Go Go Go" diyerek acele ile bizi içeriden çıkarttı. hemen 1-2 kare de avlunun kenarında aldıktan sonra (zaten tam o anda şarjım da bitti) alelacele çıkıverdik türbeden. Bekçi ile vedalaşıp dönüş yoluna koyulduk.

Alabildiğine Yeşil ve Alabildiğine Büyük Bir Park Hayal Edin

Geldiğimiz yolu aynen aşağı indik. Bu esnada Attila ile aramızda fotoğraf makinesi geyiği döndü. Canon Power Shot'ların optiklerinin yapıldığı malzemeyi iyi bulmadığını, hemen kırıldığını falan söyledi. Yine Tuna seviyesine indiğimizde Balazs yurda döneceğini, eğer istersek onunla gidebileceğimizi ya da kalıp biraz daha gezebileceğimizi söyledi. Attila kalmak isteyenleri gezdireceğini ekledi, bunun üzerine ben kalmaya karar verdim, benimle birlikte Tolga da kaldı ve Hilmi ile Martin, Balazla birlikte yurda döndüler (yani okulun yurduna :) ). Tuna kenarında yürürken Üsküdar'a gider iken'i çalıştık. Yol boyu bu şarkıyı ezberlemeye çalışan Attila, anca ilk 2 mısrayı ezberleyebildi. Attila'nın bizi götürdüğü yön, Margharita Park isminde yeşillik çayır çimen orman bir alandı. Millet güneşin keyfini çıkarıyor, kimi piknik yapıyor, kimi sadece malaklanıyor, kimi badminton oynuyor, kimi de nargilesini tüttürüyordu. Bu koca alanda aynı zamanda kortlar da vardı. Koskoca yemyeşil bir alan... Attila baharda bu alanın tamamiyle sarı çiçeklerle kaplandığını söyledi. Açıkçası o görüntüyü görmek isterdim. Parkta bir de fıskiye havuzu bulunmaktaydı; ancak sadece yazın çalışıyormuş ve çalışırken aynı zamanda müzik de çalıyormuş. Bu uzun ve rahatlatıcı yürüyüşümüz esnasında politika, gezdiğimiz ülkeler, yaptığımız aktiviteler, tarih gibi çeşitli konularda konuşma fırsatımız oldu. Örneğin Attila neden İstanbul'un başkent olmadığını sordu çünkü ona göre ticari açıdan ve bir çok açıdan en işlek şehir olan İstanbul başkent olmalıydı. Ben de ona neden Ankara'nın başkent yapıldığını, taa Atatürk zamanlarından ve Kurtuluş Savaşı'mızdan başlayarak anlattım. İkna oldu sanırım. =) Konuştuğumuz şeylerden biri de IAESTE stajı içim yazın Kore'ye gitme ihtimalimin olması idi. Kore'ye gitmeye nasıl karar verdiğimi falan sordu, ve "Ben de yerinde olsam Kore'yi seçerdim, çünkü bir daha gitme fırsatın olmayabilir." dedi. Parkın sonunda yer alan otobüs durağından, Krisztina'ların evinin oraya en yakın geçen otobüse bindik. Otobüste de Attila'nın Türkiye gezisinden, izlenimlerinden ve deneyimlerinden bahsettik. Örneğin Türk Hamamı'na gitmiş ve keselenmemiş çünkü Türkler dahi keselenmekten korkmuş. =) Nasıl bir şey olduğunu sordu. Bir de neden keselenmeden önce ya da kese esnasında sabun sürülmediğini, kadınlarla erkeklerin ayrı olup olmadığını falan sordu. Onların gittiği saatte aynı imiş sanırım. Ben de elimden geldiği kadarıyla yanıtlamaya çalıştım. Bir de bazı ülkelerin bazı şeyleri paylaşamadıklarından bahsetti, örneğin Türklerle Yunanlıların müzikleri ve çalgı aletlerini paylaşamamaları gibi.


TO BE CONTINUED

Macar-Türk Birlikteliği Twinning Programı 1. Gün


Uzun bir aradan sonra neden tekrar yazmak istedim, okuyunca anlayacaksınız.

Yıldız Teknik Üniversitesi IAESTE üyesiyim. Kulübümüzün bir lütfu olarak zaman zaman yurtdışı gezilerine katılma şansı buluyoruz. Ben de şu birkaç aylık üyelik sürecimde karşıma çıkan yurtdışı fırsatını değerlendirme şansına erişebildim. "Twinning", yani kültürel değişim programı ileTürkiye'den Macaristan'a giden şanslı 18 kişiden biriydim. 
03-05 Nisan 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilen "Twinning", iki kültürün birbirini daha iyi tanıması ve anlaması, insani ilişkiler kurulması ve çok çeşitli arkadaşlar edinmem açısından oldukça yararlıydı. Şimdi bu küçük gezi öncesi, sırası ve sonrası izlenimlerimi paylaşacağım.

Yolculuğa Çıkarken, Yolculuk ve  İlk Karşılanma


Öncelikle sırf Budapeşte'yi görebilmek için böyle bir programa katılmayı istedim. Maksat gezmek olsun, değişiklik olsun. Açıkçası ilk başlarda o kadar heyecanlı değildim, sonuç olarak topu topu 2 günlük bir geziydi ve orada ne ile kim ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Giden gruptan neredeyse kimseyi tanımıyordum (bizim üniversiteden olan 2 kişi hariç -Ömer ve Doruk-) ve oraya vardığımda karşılanacağımdan bile endişeliydim. Bu sebeple kredi kartlarımı, bol bol kontör yüklediğim telefonum, biletim, pasaportum ve macar arkadaşlara Türkiye'den aldığım yöresel hediyelerimle birlikte 3 nisan saat 09.45 civarı evden çıktım. Yanıma ne olur ne olmaz diye uyku tulumumu bile almıştım. Binaenaleyh, 2 gün için oldukça büyük görünen bir bavul, fotoğraf makinesi çantası, normal el çantam, kışlık kabanım ve ben, saat 11.45'te İstanbul'dan Budapeşte'ye hareket etmiştik bile. Yaklaşık 2 saat süren rahat bir uçak yolculuğunun ardından vardığım Budapeşte Havalimanı'nda yirmi dakika kadar bavulumu bekledim. Tam bu esnada açtığım telefonuma bir mesaj geldi: "Merhaba, ben Bence, biraz gecikeceğim lütfen kusura bakma, büyük saatin altında buluşalım. Üzerimde sarı bir t-shirt var." (tabi ki mesaj İngilizce idi). Heh dedim, şimdiden başladık. Tam mesaja cevap yazıyordum ki, bu Bence denilen eleman aradı. Konuştuk, söylemesine göre dışarıda bekliyordu. Bavulumu aldıktan sonra dışarı çıktığımda cidden sarı t-shirtlü bir çocuk bekliyordu. Biraz yaklaşıp "Bence?" dediğimde gülümsedi ve "Demek mesajımı almışsın" dedi. İşte ilk Macar arkadaşım olan Bence ile bu şekilde tanıştık. Bavulum afedersiniz, öküz gibiydi ve sadece 1 kere yardım etmemi ister misin diye teklifte bulundu. Bizde adettir ya, ille ilk soruya "yok sağol ben iyiyim böyle" diye cevap veririz. Aynen öyle dedim ben de. O da ısrar etmedi. Daha sonra anladım ki bu Avrupalılar kesinlikle ve kesinlikle ısrar etmeyi bırakın, bir şeyi 2 kere sormuyorlar bile. Her neyse, ilk olarak havaalanından bir otobüse bindik. Otobüs yolculuğumuz sırasında Bence bana kimin evinde kalacağımdan, haftasonu için ne gibi planları olduğundan falan bahsetti. Aynı zamanda hangi üniversitede, hangi bölümde okuduğumuzdan falan konuştuk. Kendisi "Transportation Engineering" denilen  ve dünya üzerinde çok az yerde bulunan bir bölümde okuyormuş ve trenleri çok seviyormuş. Üniversitede 7. senesi olmasına rağmen hâlâ mezun olamamış ve "öğrencilik gibisi yok" diyerek bu süreyi olabildğince uzatmak konusunda da kararlıymış. IAESTE stajı yapma fırsatı bulamamış çünkü bölümü için sadece Almanya'ya gitme şansı varmış, bu yüzden sürekli Almanya'yı denemek zorunda kalıyormuş tercihlerde. Tuna nehri üzerinde feribot turu yapıp yapmayacağımızı sorduğumda hemen telefona sarıldı ve arkadaşlarını arayıp bu isteğimi dile getirdi. Zamanımız kısıtlı olduğundan ve feribot turunun da 2 saat sürmesinden dolayı ya sabah çok erken kalkarsam ya da akşama doğru diğer programlardan vaktimiz kalırsa böyle bir şansı değerlendirebileceğimi söyledi. 

Otobüsten indikten sonra hemen orada duran metroya bindik. Bence bu metrolardan nefret ediyormuş çünkü çok eskilermiş. Harbiden de çok eskilerdi yani. Bizim metrolarımız bunlara 1000 basar. Metro ile 6-7 durak gittikten sonra indik ve hemen orada bulunan haritadan bana pazar günü nasıl geri döneceğimi anlattı. Tabi o anda biraz tırstım, açıkçası onların beni havaalanına geri bırakacaklarını düşünüyordum. Budapeşte'de 3 tane ana metro hattı varmış. Bizim indiğimiz duraktan "Kübanya Kispest" istikametine giden metroya binip son durakta inersem, otobüs duraklarının oraya gelmiş olacakmışım. Otobüs durağından da 200E numaralı otobüse binerek havaalanına varabilirmişim. 

Metro durağından yeryüzüne çıktıktan sonra başka bir otobüs durağına gittik. Aynı bizim duraklar gibi, insanlar üst üste, alt alta, çok kalabalık bir durak. Bence'nin demesine göre o durak ana duraklardan biriymiş ve otobüslerin çoğu o duraktan geçiyormuş. Bu arada ben nisan ayında (ve de Avrupa'da) böyle sıcak hava görmedim kardeşim! Elimde öküz bavulum, el çantam ve kamera çantası, üstümde ayı postu gibi kalın kırmızı kabanım, nasıl terledim anlatamam. Bence dedi ki "Bu havada Budapeşte'de kabanla dolaşan tek kişi sensin!" Eyvallah kardeşim, azcık yardım edeydin de bari bavulları taşımama, ben de çıkaraydım kabanımı elime alaydım. O yükle nası taşıyayım bir de kabanı elimde! Tövbeee... He bir de şöyle bir konuşma geçti: Bana güneş gözlüklerim olup olmadığını sordu, ben de evde kaldığını söyledim. Bunun üzerine dedi ki "Belki lenslerinin UV filtresi vardır" Ha ha ha... Lens taktığımı nasıl farkettiğini o anda anlayamamıştım, dedim amma da dikkatli bakmş he çocuk... Fakat sonra kendisinin de lens kullandığını öğrendim. E tabi eğer siz de lens kullanıyorsanız diğerlerinin gözlerindeki lensler daha kolay dikkatinizi çekiyor. 

Ev Sahibem ve Tanıştığım İlk Arkadaşlarım

Oranın saati ile 2.30'a doğru kalacağım eve vardık. Kristina adında bir kızcağızın evi idi. Ev bildğimiz tipik öğrenci evi. Masalar, bilgisayarlar, yataklar ve dolaplar dışında evde başka bir şey olduğu söylenemez. Yani öyle koltukmuş televizyonmuş, dedim ya, aynı bizdeki gibi, tipik öğrenci evi. Yalnız evde güzel bi köşe kütüphanesi vardı. O kütüphanenin de ev sahibine ait olduğunu sonradan öğrendim. 

Kristina su isteyip istemediğimi sordu. O kadar terlemiştim ki, musluktan içtiğim serin ve mis gibi su çok iyi geldi. Bardağımı da çalkalayıp bulaşıklığa ters yatırmayı ihmal etmedim. Kristina bana evi tanıttı, işte şurda banyo var şurda tuvalet var her şey serbest falan filan... Evde anladığım kadarıyla 3 kız 1 erkek kalıyorlarmış. Ev arkadaşları yoktu ama. 10-15 dakika sonra Edit isminde bir kız daha geldi. O ev arkadaşları değilmiş, sadece IAESTE'den. Beni akşama kadar biraz gezdirmek için gelmiş. Önce oturduk, Kristina, Edit, Bence ve ben biraz muhabbet ettik hafif espriler falan işte... Sonra Bence tekrar havaalanına dönmesi gerektiğini, Türkiye'den başka bir grubun daha geleceğini söyledi ve 3.30'a doğru çıktı. Onun çıkmasının ardından, Kristina'nın ev arkadaşı olan ve Budapeşte'ye Litvanya'dan staj için gelmiş Auridas eve geldi. Kızların demesine göre çok esprili bir çocukmuş. Onun odası sokak kapısının yanında, ayrı bir yerdeydi. Kızların odası da kocaman ve dolaplarla 2 bölmeye ayrılmış bir oda idi. Muhabbetimiz esnasında üniversiteden, bölümlerimizden, mühendislik bölümlerindeki kız yoğunluğunun azlığından falan bahsettik. Edit de "Civil Engineering" yani inşaat mühendisliği okuyormuş. Kristina ise mimarlık. Bu arada Kristina'nın odasındaki duvarlarda çizgi karakterler falan vardı. Kendisi çizmiş ve çok şeker çizimlerdi. Ben de onlara bizim bölümde 1 senede ortalama 15 kız falan olduğunu; ancak makine mühendisliğinde bu sayının 2'lere kadar düştüğünü söyledim. Bilgisayar mühendisliği için 15 kız onlara çok geldi, çünkü onlarda genelde 400 erkek arasından 20 kız falan çıkıyormuş. Dedim "Bizde makine mühendisliğinde erkek başına 0.02 kız düşüyor". Koptular...Bir de ekledim: "Makine mühendisliği okuyan kızlar bir süre sonra erkek gibi davranmaya başlıyormuş". Kısacası "Haydi kızlar mühendisliğe" kampanyası Avrupa'da da uygulanmalı.

Budapeşte Sokaklarına İlk Çıkış

Saat 5 gibi hazırlanıp evden çıktık. Saat 6'da merkez ofiste olmamız gerekiyormuş, o yüzden sadece şöyle bir çevreyi gezme fırsatı elde ettik. Kristina'nın evine çok yakın bir göl ve doğal park vardı, oraya götürdüler beni. Bu göl "altı olmayan göl" olarak anılıyormuş. Çok sığ bir gölmüş. Birkaç fotoğraf çektik (daha doğrusu yoldan geçenlere çektirdik). Sonra da yürüye yürüye merkez ofise gittik. Merkez ofis dediğim yer, Edit'in de kaldığı üniversite yurt binasında bulunuyor. Odanın içine girdiğimizde "Yuh" dedim içimden, benim odamdan bile dağınıktı :) Her şey her yerde, ortada kocaman bir masa var ama masa yüzeyi görünmüyor neredeyse. Kenarda bir kanepe var ve üzerinde de ufak bir tepecik :) Kızlar bu vahim görüntü için benden özür dilediler, dedim problem yok birlikte toplayabiliriz. Kabul etmediler, beni oturttular bilgisayarın başına, dediler sen bize müzik çal biz de biraz etrafı toplayalım. DJ olmayı kabul ettim. Yaklaşık 15 dakika kadar sonra birkaç arkadaş daha geldi. 1 Türk, 1 Macar. Türk olanın adı Hüseyn idi, Macar da Endi mi Andi mi ne. Bir de Agi diye sevimli bir kız geldi. Bu esnaya kadar Kristina'lar da masanın üstünü boşaltabilmişlerdi. Bizim için birer Budapeşte şehir rehberi, haritası, İngilizce-Macarca cümlelerin karşılıklarını içeren bir sayfalık bir kağıt ve 2 günlük program hazırlamışlar. Haritaları tek tek katladık (Hüseyn, Kristina ve Endi) ve kullanıma hazır hale getirdik. Bir de herkes için isimlerinin bulunduğu bir yaka kartı hazırlamışlar. Akıllıca. 
Saat 7 gibi Türkler ve Macarlar yavaş yavaş dökülmeye başlamıştı. Macarlara Gül Baba türbesinin gezi planımıza dahil olup olmadığını sorduğumda orayı bilmediklerini söylediler. Haritalarla arasının çok iyi olduğunu düşündüğüm bir arkadaş hemen gitti Google Earth gibi bir yerden yerini buldu. Nerede olduğunu anladığını ve eğer istersek bizi oraya götürebileceğini söyledi. Sevindirik oldum. Oysa ki Gül Baba Türbesi'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın adına yapılan bir türbe olmadığını taa Türkiye'ye döndüğümde farkedecektim. Bu süre içerisinde tabi tüm Macar ve Türkler orayı bizim en meşhur sultanlarımızdan birinin mezarı olduğunu düşündüler. Her neyse, herkes toplaşınca, ve son olarak benim üniversiteden arkadaşlarım Ömer ve Doruk'un da gelmesiyle Endi de paraları toplamaya başladı (orada geçireceğimiz 2 gün için 60€ istemişlerdi). Parasını veren herkes haritasını, yaka kartını, şehir rehberini, kağıtlarını ve bir de Macar çikolatasını aldı. Her şey hazır olduktan sonra da akşam yemeği için gideceğimiz restorana doğru yola çıktık. 

Farklı Bir Yerde Farklı İnsanlarla Farklı Bir Akşam Yemeği 

Metro ile gideceğimiz yere ulaştık. Restoran kapısında bizi bekleyen bir grup daha arkadaş vardı. Buradakiler hatırladığım kadarıyla Özge, Melike, Murat, Ayşegül, Serhat, Zsofia idi. Restoran hafif yer altına doğru bir yerdeydi. Dekorasyonunu mahzen gibi yapmışlar. Çok da güzel bir restorandı. Burada bize geleneksel Macar yemekleri servis edeceklerini söylediler. Öncelikle beşamel soslu tavuk geldi. Yanında da bira veya şarap. Benim oturduğum masada Zsuszie, Attila, Tolga, Murat, Melike, Bence, Balazs, Ayşegül, Serhat vardı. Bizden başka 2 masa daha vardı. Yemek sırasında türlü sohbetler ve fotoğraf çekimleri oldu. Tavuktan sonra et(inek) geldi, yanında da patates köftesi. Biz onları tüketirken keman, gitar ve akordeondan oluşan bir çalgı ekibi gelip bize Macar şarkıları çaldı. Keman çalan amca çok tatlı idi, ikide bir bana göz kırptı, şarkıları bitince de nereden geldiniz diye sordu. Türkiye cevabını duyunca başladı "Üsküdar'a gider iken"i çalmaya =) Biz koptuk tabi. Meğer yurtdışında en bilinen şarkımız buymuş :) Ardından "Ah bir zengin olsam" ve birkaç şarkı daha çaldılar. Keyfimize keyif kattılar. Kimse de çıkarıp 5 kuruş vermedi, reziller. =) Yemekte tatlı olarak milföy hamuruna sarılmış vişne reçelimsi (ama reçelden daha koyu, marmelat gibi) bir tatlı geldi. Hepsini yiyemedim ama güzeldi. 

Yemek Sonrası Bar Krizi ve Eve Dönüş

Yemekten sonra bar gibi bir yere gittik; ancak hem giriş paralıydı hem de aşırı dandik bir yerdi. Bir başka barda denedik şansımızı. Orası da acaip kalabalıktı, zar zor yer bulup oturduk. Zaten ayrı gayrı kaldık, kim nereyi boş bulduysa oturdu. Bar oldukça büyüktü aslında, sanırım yaz günleri üstünü de açıyorlar. Duvarlarda projeksiyonlardan yansıyan anlamsız görüntüler gösteriliyordu. Bazı masalarda da nargile vardı =) Biralar kimdendi bilmiyorum ama, ortaya bir bira tepsisi Serhat tarafından getirildi, ben de payıma düşen bardağı aldım. :) Barda Macarlardan biraz Macarca öğrendim ve onlara Türkçe öğretme girişimlerim de  cevap verdi. En azından artık "Nasılsın", "İyiyim", "Ya sen", "Adın ne", "Benim adım Balazs", "Ya senin", "Teşekkür ederim" gibi cümlelerden haberdarlar. "Şerefe" yi zaten biliyorlarmış, çünkü çoğu 1 hafta önce GTG için İstanbul'dalarmış. Barda tuvalete gitmek durumunda kaldığımda çok acaip bir şey farkettim. Tuvalet alaturka idi =) "Nası yaa" diye kaldım, "bunların alafranga kullanıyor olmaları gerekmez miydi?" 

Saat 1 gibi benim ev sahibesi Kristina kalkma kararı aldı. İstersem onunla gelebileceğimi, daha fazla kalmak istersem de kalabileceğimi söyledi. Ertesi günün çok uzun ve yorucu bir gün olacağına kanaat getirdiğimden onunla gitmeye karar verdim. Bu arada Bence'nin evine konuk olacak olan 8 kişiden biri olan Özge, bizim evde fazladan bir yatak olduğunu duyunca bizimle gelme kararı aldı. Bardan çıkıp öncelikle yurt binasına geri döndük ve özgenin eşyalarını aldık. Sonrasında ise eve yürüdük. Macaristan sokakları tespitlerim sonucu gece güvenli. Saat 2 idi eve vardığımızda, sokaklarda pek kimse yoktu ve rahatsız etme potansiyeline sahip biri ile karşılaşmadık bile. Sanırım onlar da bu konuda çok rahatlar, çünkü yaklaşık yarım saat sürecek yolu gecenin köründe yürütmezdi heralde. Yani onlar Türkiye'ye geldiklerinde sabaha karşı bardan çıkınca nasıl bir manzarayla karşılaşacaklar Allah bilir.

Eve vardığımızda Özge için yere yatak serdik. Sonra dişlerimizi fırçalayıp pijamalarımızı giyinip yattık. Kristina'nın ev arkadaşı (kız olanlardan biri) de eve gelmiş ve odanın gardropla ayrılan diğer bölmesinde uyuyormuş. Litvanyalı olan zaten hiç evden çıkmamıştı akşam. Nedenini ise ertesi gün anlayacaktım. Macaristan'a vardığım ilk gün güzeldi, en azından beklediğimden kat kat iyiydi. Bu kadar sıcak bir ortamda bulunacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Sanki herkes birbirini çok önceden tanıyor gibiydi. Aynı zamanda İngilizcemin de yeterli olduğu kanaatine vardım ve merak, özgüven, heyecan, yorgunluk içerisinde buradaki ilk uykuma daldım...