Bu benim dünyam değildi!

:)

17 Aralık 2009 Perşembe

12.12.2009 "Birlikte Yaşama Kültürü" Konulu Sempozyum

Geçen haftasonu ilginç bir sempozyuma katıldım. Sosyoloji hocamın verdiği davetiye ile 12 Aralık Cumartesi sabahı 10 surlarında, Sivas Platformu'nun düzenlediği, "Birlikte Yaşama Kültürü" konulu ve Dedeman Oteli'nde yapılan "2. Ulusal Sivas Sempozyumu"na gittim.

İlk oturum saat 10.30 gibi başladı. Konuşmacılar, Prof. Dr. İlyas Dökmetaş (Oturum başkanı ve Cumhuriyet Ünv. Rektörü), Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı (Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, İstanbul İl Müftüsü), Prof. Dr. İzzettin Doğan (Galatasaray Ünv. Hukuk Fakültesi E. Öğretim Üyesi, Cem Vakfı Genel Başkanı), Doç. Dr. Pervin Somer (Kadir Has Ünv. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi) ve Dr. Cezmi Bayram (Türk Ocakları İstanbul Şube Başkanı) idi. Cumhuriyet Ünv. Rektörü İlyas Dökmetaş, öncelikle sempozyumun konusundan bahsedip genel bir değerlendirmenin ardından sözü Mustafa Çağrıcı'ya verdi. Her konuşmacı 20 dakika ile sınırlı idi. İstanbul İl Müftüsü, daha çok dinî ayrımlar ve insan olabilmenin üzerinde durdu. Neticede hiçbirimizin diğerine iman gücü hariç Allah katında üstünlüğünün olmadığından ve karşılıklı hoşgörüden bahsetti. "Toplumları bir arada tutan ve toplumlar arası saygıyı kuran en önemli dinamik dindir" diyerek dinin bir toplumdaki yerini vurguladı. Hemen ardından söz Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan'ındı. O da daha çok Türkiye'de Alevîlere nasıl bakıldığı ve Alevîlerin Türk toplumundaki yeri üzerinde durdu ve Mustafa Çağrıcı'ya "Siz ilahiyat profesörü ve il müftüsüsünüz, hiç bir kerecik olsun merak edip de Cem Evi'ne gittiniz mi? Cevabı ben vereyi, tabi ki hayır!" şeklinde bir atış yaptı. Konuşması bence biraz sertti, neticede hoşgörü ve saygıdan bahsediliyordu; fakat İzzettin Bey kendisini konuşmasının şiddetine o kadar çok kaptırdı ki, biraz ölçüyü kaçırdı. İzzettin Doğan'ın ardından cevap hakkı doğduğu için söz tekrar Mustafa Çağrıcı'ya verildi, ve çok takdir ettiğim o cevabını verdi:"Cem evlerine tabi ki gittim, hem de bir çok kez. Çok da fazla dostum arkadaşım vardır ve zaman zaman gideriz" dedi. İzzettin Bey'in bu cevaptan sonra biraz utanmış olabileceğini tahmin etmekteyim. 3. konuşmacı olan Pervin Somer, son derece yumuşak ve güzel ses tonuyla hümanist bir bakış açısıyla toplumsallıktan bahsetti. Pervin Hanım'ın konuşmasından aldığım notlar şöyle:
- Mozaik Kavramı: Toplumumuzda yıllardır süre gelen "kültür mozaiği" betimlemesinde bir takım ters durumlardan söz etmek mümkündür. Mozaik kırılgandır, bir bütünden ziyade parça parçalığı ifade eder. Halbuki "Türk toplumu kültür mozaiğidir" derken birçok kültürün bu topraklarda harmanlanıp bir uyum içinde yaşadığını ifade etmek isteriz. Nitekim, henüz bu kavramın yerine kullanılabilecek ya da içini doldurabilecek başka bir kavram ortaya atılmamıştır.
- Empati Kavramı: Biri ile konuşurken, düşüncelerine katılmıyorsak bunu hemen belirtip o insanı dinlemeyi bırakmak ya da konuşma boyunca haksız olduğunu düşünmek, ikili ilişkilerimizi olumsuz yönde etkiler. Dahası, bize asla karşımızdakini anlama fırsatı vermez. Diyaloglarımızda cevap olarak "hayır, ..." ile başlayan cümleler yerine, "evet, şu şu konularda haklısın, ama ...."yı tercih ederek empati kurmaya başlayabiliriz. Bu, karşımızdakinin gözünden hayata bakabilmektir. (Tabi bu bakış açısına göre kimse kötü değildir, çünkü herkesin bir sebebi vardır; %100 katılamasam da yine de karşındakinin gözlüklerini takabilmek iyidir).
-Irksal Ayrımlar: Kimse, yaradılıştan gelen ve elde olmayan sebeplerden ötürü ırk ayrımcılığına maruz kalamaz.

Pervin Hanım, kendi hayatından da bir takım örnekler vererek daha çok ikili ilişkiler ve karşılıklı birbirimizi anlayabilmek konuları üzerinde durdu. Sözlerini, Üstün Dökmen'in bir şiiri ile bitirdi. Bu şiirin en beğendiğim dizesini yazıyorum şimdi size:
"İnsanların yüzlerinin, gözlerinin rengi ne olursa olsun, göz yaşlarının rengi hep aynıdır."

Sırada Cezmi Bayram vardı. O ise toplumsal ilişki polemiğinde katedilen yollar ve teknolojinin gerek toplumlar arası, gerek bireyler arası, gerekse aile fertleri arası ilişkileri ne ölçüde ve nasıl etkilediği konusundan bahsetti. Aldığım notlar şöyle:
-Aile, akraba, mahalle, komşu ilişkilerinde bozulan yanları görebilmek önemlidir. Bilhassa teknolojinin gelişimi ile bozulan veyahut farklı bir boyuta kayan aile içi iletişim nasıl düzeltilebilir? Örneğin TV'nin hayatımıza girmesi ile azalan diyaloglar ve bozulan ilişkilerin farkında mıyız? Öte yandan son hükümet döneminde yapımları artan ve hız kazanan "site" tarzı yerleşim yerleri, "mahalle" kültürünü ortadan kaldırarak insanlar arasına set çekmiyor mu? Site içindekiler ve dışındakiler olmak üzere bir kesimi toplumdan soyutlamıyor mu?

Oturum, oturum başkanı İlyas Dökmetaş'ın kapanış konuşması ile sonlandı. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Aşık Veysel'den alıntılar yapıldı (Zaten salonda Aşık Veysel'in insanlığın kardeşliği ile ilgili bir şiiri asılı idi. Salon dışında kahve molalarında durulan yerde ise M. Akif Ersoy'un aynı temalı şiiri mevcuttu. Az sonra google'dan bulacağım bu şiirleri ve blogumda yer vereceğim). Osmanlı İmparatorluğu'nun "birlikte yaşama"yı ne kadar güzel icra ettiği ve farklı kültürlere ne kadar saygı gösterdiği gerçeği üzerinde duruldu.

İlyas Dökmetaş, sözlerini işte şu vurucu cümle ile sonlandırdı:
"Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğinize, dikenin çiçeği var diye sevinin."

Ardından yemek molası verildi. Dedeman Oteli'nde de yemek yemedim demem artık =) Açık büfe, gayet şık bir restoran ve bir sürü aç insan =)
Tabi ki yemek, organizasyon dahilindeydi, yani para ödemedik. Öküzlüğümü konuşturarak her şeyden biraz biraz almak isterdim, ama sanırım en hanım hanımcık ve utangaç günümdeydim, o yüzden neredeyse hiç bir şey yemedim.

İkinci oturum, saat 13.30 civarında başladı. Bu oturum biraz daha çetrefilli idi. Oturum başkanı Prof. Dr. Mustafa Koçak (Okan Ünv. Hukuk Fakültesi Dekanı), konuşmacılar Doç. Dr. Ergün Yıldırım (Yıldız Teknik Ünv. İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda benim sosyoloji hocam), Yrd. Doç. Dr. İrfan Çiftçi (İstanbul Ünv. İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi), Oral Çalışlar (Gazeteci, yazar), Ali Bulaç (Gazeteci, yazar) idi.

Oturum başkanı fazla konuşmadı, genel olarak ilk oturumu değerlendirdi ve sözü Ergün Yıldırım'a verdi. Ergün Hoca aynı dersteki gibi, akıcı ve bilimsel konuştu. Kendisi bir sosyolog olduğundan, tarihsel süreçte insan ve toplum davranışlarının üzerinde durdu. "Eşit yurttaşlık" kavramını açıkladı. Bu kavramın, ülke insanları için bir standart getirerek onları birbirlerine benzetmeye çalıştığını, öte yandan toplumdaki ayrıcalıkları da ortadan kaldırarak insanlar arası toplumsal eşitliği sağladığından söz etti. Kendi hayatını örnek vererek, aslında Elazığ'da bir çiftçi çocuğu olduğunu; fakat eğitimde eşitlik sayesinde kalkıp İstanbul'a gelerek okuyabildiğini, dahası akademisyen olabildiğini söyledi.
Ondan sonra söz alan Oral Çalışlar, tam bir siyasi konuşma yaptı. Nedense sürekli solcu kimliği üzerine vurguda bulundu, yakın tarihte ülkemizde yaşanan toplumsal sorunlardan bahsetti (Dersim başta olmak üzere). Çantasında Dersim olayları ile ilgili genel kurmay raporları bulunduğunu ve bu raporlara göre Dersim'de yakılan köyler, mağaralara doluşturularak üzerlerine bomba atılan insanlardan bahsetti ve 70 bin kişinin öldürüldüğünü söyledi. Resmen her koşulda Türkleri suçladı, bu ve bunun gibi olaylarda hep biz suçluymuşuz ve özür dileyip mütevazi olmak da bize düşüyormuş. Böyle yaparsak her şey düzelirmiş. Tam olarak kurduğu cümle tabi ki bunlar değildi ama kendisinin konuşmasından çıkardıklarım bu yöndeydi. DTP'nin yanlış bir politika izlediğini; ama bunun sorumlusunun yine bizler olduğumuzu söylemesi benim için bardağı taşıran nokta oldu sanırım. Şu cümleyi kurdu: "Evet, Emine Ayna hatalı konuştu; ama son 10 yılda DTP için neler neler söylendi bu ülkede..." Ne demek şimdi bu? Neler neler söylendi evet, ama neden acaba??!! Oral Çalışlar'ın konuşmasında rahatsız edici bir başka nokta ise, okumuş insanların aslında daha cahil olduklarını iddia etmesiydi. Bunu söylerken bilhassa akademisyenlerin bu ülkede cahil olduklarını vurguladı, ortamda onca akademisyen hoca varken. Bunu söyler söylemez yanlış bir hareket yaptığını fark etmiş olmalı ki, hemen "Sözüm meclisten dışarı" diyerek hafif bir aklanma eyleminde bulundu. (sanırım akademisyenler, Oral Çalışlar'ın kitaplarını ve yazılarını okuyarak bilgilenebilirler. Bunca yıl boşuna okumuş, ilim adamı olmuşsunuz valla, kusura bakmayın, Oral bey sizleri beğenemedi). Solcu bir aileden geldiğinden, 70 darbesinde asılan insanları büyük bir zevkle tvde izlediğinden fakat 80 darbesinde kendisinin de içeri alındığından ve hapis arkadaşının asıldığından, bunu gördükten sonra 70'lerde düşündükleri için kendinden nefret ettiğinden bahsetti. Bir şekilde buradan girerek
konuyu "hepimiz insanız ve aynı şeyleri yaşadığımızda aynılığımızı farkederiz, o an tüm farklar ortadan kalkar"a bağlamaya çalıştı. Az değil, ölüm korkusu tabi bağlar adamı...
Oral Çalışlar'ın ardından Mardin'li gazeteci Ali Bulaç konuştu. Dünya nüfusu arasında çatışan sınıflar olan fakirler ve zenginlerin %17 zengin ve %83 geri kalanlar şeklinde kümelendiklerini söyledi. Türkiye'deki toplumsal çatışmayı ise 4'e ayırdı: Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-antilaik, fakir-zengin. Öte yandan modernizm ile ilgili konuşurken 3 temel bileşenden bahsetti: Birey, sekülarizm, ulus devlet. Ayrıca şöyle bir söylemde bulundu: "Batıya gidiyoruz; ancak doğuyu tanımıyoruz." (Şahsen çok da önemli olduğunu düşünmüyorum... Şahsi kanaatim... ve evet, ilim, fen, yenilik, teknoloji batıdaysa, batıya gitmeliyiz).
2. oturum sonunda soru cevap kısmı oldu. Salondakiler daha çok Oral Çalışlar'a sorular yöneltti. Gelen sorulardan biri şöyleydi: "Dersim'de evet bir takım olaylar oldu, fakat bu olaylar nedensiz miydi? Ayrıca siz olsaydınız ne yapardınız?" Bu soruya yine Dersim'de öldürülen onbinlerce insan olduğu gibi alakasız bir cevapla karşılık veren Oral Çalışlar, sorunun tekrarlanması üzerine duymamazlıktan gelerek konuyu değiştirdi.
Soru cevap kısmından sonra kahve arası verildi. Birkaç bir şey atıştırdıktan sonra yavaştan kaçtım ben. 3. oturuma kalmadım.Zira Koreli arkadaşım Jay ile buluşup biraz gezecektik. Jay ile Beşiktaş'ta buluşup Taksim'e çıktık ve hava karardıktan sonra Galata Kulesi'nden İstanbul manzarasını izlettirdim ona. Ardından da Asmalımescit'te yemek yedik.
Her açıdan ilginç bir gündü sanırım geçen cumartesi...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Kulak Ver...


Bir yoldasın... Belki inişli çıkışlı ama güzel bir yol. Yayansın. Çevrende ağaçlar var yüksek yüksek, dağlar ve tepeler var bulutlarında kuşların ötüştüğü, kayalar var yer yer, sarı var, kahverengi var, yeşil var, mavi var ve daha nicesi... Yolda ilerliyorsun ve sadece ileriye, hedefe, yürüdüğün tek noktaya bakıyorsun. Kendi iç dünyan haricinde olan bitenlerden bihaber bir şekilde, belki sırtında çantan, elinde asan, ilerliyorsun. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş belki ama hiç bir zaman etrafı görmeden. Ağaçların arkasında, dağların ardında olup bitenler ilgilendirmiyor seni. Onları görmüyor, umursamıyorsun. Belki ağaçların arasından vahşi bir hayvan fırlayıverecek önüne. Belki yağmur var tepelerin ardında. Belki müthiş manzaralar, belki güneş, belki ay, belki sevimli şeyler...

Yolundan sap demiyorum. Yürüdüğün noktayı umursamadan sürekli çevrenle ilgilen ve güzellikleri ile çirkinliklerinde kendini kaybet de demiyorum. Benim yaptığım, ağaçların birine tırmanmak, etrafı izlemek ve geceyi orada geçirmek. Dağların arkasını tam olarak göremesem de, uzanıp görmeye çalışmak. Ağaçların sıklığından toprağı fark edemesem de yukarıdan, kokusunu içime çekmek. Gökyüzüne baktığımda kuşlar çoktan gitmiş olsa da, seslerine kulak vermek, bir süre dinlemek... Bunlar beni hedeften saptırmaz ki! Ertesi sabah uyandığımda yine aynı noktada olacağım ve çantamı sırtlayıp yoluma devam edeceğim.

Ne de güzel şey, benliğini kaybetmeden etraftaki zenginliklerin tadını çıkarabilmek! Ne de güzel şey, düşüncelerin değişmese bile bir insanı anlayabilmek!

4 Aralık 2009 Cuma

Farkettim de, uzun zamandır adam gibi duygularımı dökebildiğim soyut bir yazı yazmamışım. Bunun için gecenin sessizliğini beklemeliyim belki. Neden insanın aklına en yaratıcı düşünceler hep gece gelir ki? Sessizliğinden mi, karanlığından mı, ıssızlığından mı, kimsenin gözünü üzerine dikemeyecek oluşundan mı? Belki de hepsinin birleşimi. Zaten ders çalışabilmem için de gece olması gerekiyor, bunu farkettim.

Saat şu an 21.39. Eğer hala uyanık olursam, gecenin ilerleyen vakitlerinde güzel bir yazı ile yine bu mekanlardayım. Farkettim de, son zamanlarda daha çok içimi dökmek için kullanmaya başlamışım blogu. Bu da gün geçtikçe yine depresifleştiğimin bir göstergesi. Böyle olmamalı ama ya! Kendine gel kızım! Problem ne ki?

Herkese sevimli bir akşam diliyorum.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Gitarım, ben ve Sınav şeyleri...

2 gündür yaşadığım hayatı tekrar gözden geçirmeme yol açacak sıkıntılı anlar geçirmekteyim. Üst üste gelen sınav kafilesi, bir de üstüne seminer sunumum derken, bünyeyi hat safhada zorladım. Üstümde artıkları kalmış domuz gribinin öksürük versiyonları da feci derecede ciğerlerimi zorlamakta. Ben sanırım hayatımda böyle öksürmedim. Hani deprem öncesi gelen artçılar şeklinde başlıyor, arkadan büyüğün ne zaman geleceğini kestiremiyorsunuz. İlginç bir vaziyet. Bir an önce bayram tatili gelsin diye bekliyorum. Belki biraz kendime çeki düzen vermeye zamanım olur.

Bu sınavlar ve hastalıklarla ziyadesiyle dolmuş olan günlerime bir de gitar resitallerimi ekledim. Sevgili ev arkadaşım Dilan sayesinde, eski gitar çalma şevkim geri geldi. Nedense hep sıkışık zamanlarda olmadık günlük hobiler ve gezmelerden kendimi alamıyorum. Ya sınavların var di mi, daha ne geziyorsun, otur çalış... İşte bu zihniyet bende hiçbir zaman var olamadı, olamayacağından endişe etmekteyim.

Ne yapacağım ben? Hayatımı ve zamanımı nasıl organize edeceğim konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorum. Acaba eskiden de böyle miydim?... Hiç hatırlamıyorum... İyice sorumsuz oldum. Mütemadiyen kitap okumak, gitar çalmak, uyumak istiyorum. Ben mi mezun olacakmışım bu sene =)

Aman diyim ben size, bugünün işini yarına bırakmayın. Şu an seminer dersini düşürmek üzereyim. Kafamda zaten düşürdüm de, yarın derse gitmemekle resmen de düşmüş olacak. Çok saldım bu sıra, çook...

İşte bu da bugün gitarımla çıkardığım Ogün Sanlısoy şarkısından bir kuple:

Dönüp dolaştım hep aynı yerlerde...
Neden, nasıl, niye, benzerim nerde...
Bir ben kaldıysam, düşünüp duran...
Bir ben kaldıysam, üzülüp duran...

Bir daha mı genç olacağız canım? =) Hepinizi sevgiyle kucaklarım...

18 Kasım 2009 Çarşamba

DG ile İlgili Yeni Gelişmeler

Az evvel bir arkadaşım (Sinemciğim'e buradan selam ederim) domuz gribi ile ilgili yaşanan yeni gelişmeler ile ilgili beni bilgilendirdi. Virüs mutasyona mı uğruyormuş, ne oluyormuş, neler dönüyor etrafta, ve son olarak whattzzz goin oaann in here??!! diyor ve sizi linkteki habere yönlendiriyorum:

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=187173&cat=220&dt=2009/11/18

Temiz dişler, sağlıklı gülüşler dilerim.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Domuz ve Domuzcuk

Son 3 gündür hastayım... Yüksek desibelli öksürük, burun tıkanıklığı, kart bir ses, halsizlik, dolu bir göğüs... Sanırım 2 haftadır insani yaşamın sınırlarını zorlayarak kendimi çok yorduğumdan halsiz düştüm. Tam da zamanında, sınavlar başlamadan 1 hafta önce, sınavlara çalışacakken. Hep de böyle olur zaten.
Doktora gitmedim. İşin aslı "domuz gribisin!" diyip beni müşaade altına alacağından korkuyorum :) Tabi bu süre içerisinde çevreme mikrop yaymaya devam ediyorum. İnşallah domuz gribi değilimdir. Sahi, bu domuz gribinin belirtileri nelerdi? Normal gripten nasıl ayırt ediliyordu? İşte şimdi sizinle bana geçen gün gelen bilgilendirici maili paylaşıyorum:

DOMUZ GRİBİ:
Ateş: Sıklıkla rastlanır. Domuz gribine yakalananların %80'inde 38.3 derece ateş görülür.
Öksürük: Kesinlikle balgamsız ve halk arasında kuru öksürük olarak bilinen şekilde görülür.
Ağrı: Ciddi boyutlarda acı verici vücut ağrısı domuz gribinde yaygındır.
Burun Akıntısı: Domuz gribinde çok az görülür.
Sıtma: Domuz gribi olanların %60'ında sıtmalanma görülmüştür.
Halsizlik: Ciddi derecede halsizlik görülür.
Hapşırma: Domuz gribinde sık görülmez.
Ani Semptomlar: Domuz gribinin belirtileri 3 ila 6 saat arasında hızlı bir şekilde gelişir. Yüksek ateş, ağrı ve sızı gibi görülen belirtilerin süresi hastaya göre 4 ila 7 gün arasında değişebilir. İshal yaygındır.
Baş Ağrısı: Domuz gribinde sık olarak görülmez.
Boğaz Ağrısı: Domuz gribinde sık olarak görülmez.
Nefes Darlığı: Acı verecek şekilde görülür.

Yukarıdaki bilgiler ışığında tam olarak domuz gribi olduğum söylenemez herhalde. Bu açıdan rahatım. Eve gidip de ailesine "Merve domuz gribi olmuuş!!!" diye haber salıp ailelerinin tırsmasına, onlara bana yaklaşmamalarını tembihlemesine ve yok yere panik havası yaratılmasına sebebiyet veren sevgili bölüm arkadaşlarıma selam ederim.


9 Kasım 2009 Pazartesi

Gün

Yeni bir gün başlar ve yine kalkarsın yataktan isteksizce, belki yeni günün getireceklerinden korktuğundan, belki de dünden kalma acıları hatırladığından, bulutlu bir güne uyanırsın -hava bulutlu olmasa da-. Koridordaki aynaya ilişir gözün, aceleyle bakışlarını kaçırırsın... Ayılmak için yüzüne vurduğun soğuk su sanki hayatın gerçeklerinin yüzüne ilk vurulduğu gün gibi sert gelir, ayıltır seni... O anda aniden ve gayriihtiyari, musluğun üzerindeki küçük ayna alır gözünü. Tanıdık mıdır gördüğün yüz? Aydınlık gelir mi sana? İçten bir gülümseme oturtabilir misin hiç o surata -düşüncende de olsa- (sahi, en son ne zaman gerçekten mutlu olduğun için gülmüştün ki?) Kafanda yankılanmaktadır yine binbir saçma soru... Kurtulmak için bunlardan bir an önce evden çıkmak istersin ve üstüne dün kahve döktüğün tişörtünü geçirerek arkana bile bakmadan çıkarsın kapıdan. Şehir trafiğine karışıp kaybolmak istersin kalabalıkta, kayboldukça anılarını da kaybetmek istersin eski sokaklarda.


Caddenin kalabalığına indiğinde rahatlarsın sanki, akıp giden insan selinin bir parçası olmak, sıradanlık rahatlatır seni. Eskiden akıntıya karşı yüzmeyi seven sen, artık yaşamın tek düzeliğinde arar olmuşsundur huzuru -buna huzur denirse-. Eskiden kalabalıktan da nefret eden aynı sen, şimdi aşağı ve yukarı koşuşturan insanlara çarpmaktan rahatsızlık duymamaktasındır. Rastladığın birkaç tanıdığa isteksizce selam verip yürümeye devam edersin. Bir randevun ya da bir işin olduğu için değil... İnsanları izlemek istersin, düşüncelerini öğrenmek, dertlerini bilmek, sırf içindeki EGO'yu bastırabilmek için istersin bunu. Sevdiğini ya da sevildiğini bilemediğin gibi bunu da bilemezsin işte... Düşüncelerden kopmak isterken bambaşka düşünceler yorar beynini.

Eve gitmek istemezsin...

Hiç eve gitmek istemezsin...

Anıları hatırlamak istemediğinden değil, onları hiç yaşamamış olmayı dilediğinden dolayı...

Yine de her akşam kapıya anahtarı sokarken bulursun kendini... ve yine koridordaki aynaya olabildiğince bakmamaya çalışarak girersin dağınık odana. Es kaza bir anlık gözün kaydığında gördüğün şey de karartıdan başka bir şey değildir. Nasıl yerleştirebilirsin koca bir gülümsemeyi o karaltıya? Kim yerleştirebilir ki?

Uykun geldiğinde seni bekleyen yatağın değil, düşüncelerindir aslında...

Düşünmemeye çalışarak dalarsın, hafif bir uykuya...

27 Ekim 2009 Salı

Biz Bunları Yaşamayı Hak Ediyor muyuz?

Akşam yorgun argın gelmişim üniversiteden, ananemlerde yemek yedik, akşam haberlerini izliyoruz. Konu, Türkiye'ye gelen (sözde teslim olan) teröristler. DTP otobüsünün üzerine çıkmışlar, hem de formaları(!) ile, halkı(!!) selamlıyorlar. Alkışlar, tezahüratlar gırla. DTP partizanları "kahramanlarını" el üstünde tutuyor. Sadece DTP mi? Bizim hükümetin de DTP'nin yaptıklarından aşağı kalır bir yanı yok. Bu bölücülere, bebek katillerine, Türk düşmanlarına kucak açarak, yüzyılın en büyük "açılımını" (!!!) gerçekleştiriyor...

Öte yandan, yürekleri dağlanmış şehit aileleri. Gariban, yılların ve yaşanmışlıkların verdiği
acılarla, yaşarken bir kez daha ölüyorlar. Evlatlarını kaybetmenin ardından, "Bir kez daha öldük, acımız katmerlendi" diyor bir şehit annesi, elinde şehit oğlunun resmi ile. Hükümetin aldığı kararlar karşısında çaresizler. Toplanmış, TBMM'de konuyu görüşmek için MHP ve CHP'den randevu almışlar. Ellerinde Türk bayrakları ve şehit oğullarının resimleri (kiminin elinde 1, kiminin elinde birden fazla resim), randevu saati yaklaşırken meclis binasına doğru yürüyorlar. Fakat o da ne! Meclis binasının daha bahçe kapısından girerken, ellerinde gururla salladıkları Türk bayraklarına el konuluyor! Neymiş efendim, meclise bu bayrakları sokamazlarmış! Türkiye'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Türk bayrağı sokmak yasak! Ben hayatımda böyle saçma bir şeye daha şahit olmadım. Şehit aileleri o an şok oluyorlar olmasına, ama çaresiz, meclise girerken kapıda bir bir bırakıyorlar ellerindeki Türk bayraklarını. Görüşülecek kişilerle görüşülüyor, şikayetler, sitemler bir bir dile getiriliyor. Hatta onların acılarını dinleyen bazı bakanların bile gözleri doluyor.

Sokaklarda da şehit ailelerinin ızdıraplarını dile getirişleri yankılanıyor. Kimi, oğullarının ardından bu devletin kendilerine sağladığı imkanları artık istemiyor. Bir şehit yakını, devletin kendisine verdiği protez bacağını herkesin gözü önünde kırıyor. Bu hükümete lanet okuyorlar. Bir hiç uğruna oğullarını toprağa verme hissi, onların acılarına acı katıyor. Sanki bu devlet, şehitlerini değil, şehitlerini öldüren teröristleri tutuyor.

Mahkemede bir terörist, sanık koltuğunda savunmasını yapıyor (hala neyi savunuyorsa). Bölücü elebaşı abdullah öcalandan bahsederken "sayın" sıfatını kullanıyor, Türk mahkemesinde. Savcı uyarıyor, "sayın" kullanma diye; fakat o bile nafile. Sanık kullanmaya devam ediyor, ve hiçbir şey olmuyor. Büyük Türk Mahkemeleri, "sayın abdullah öcalan" kelimeleri ile inliyor.

İnanın, şu kareleri izlerken kahroldum. Şehit ailelerinin gözyaşlarına mı yanayım, teröristlerin zevkten dört köşe olmalarına mı... Ne yalan söyleyeyim, açılım açılım ayağına bile olsa, bu kadarını beklemezdim. Halk kan ağlıyor. Herkes durumdan şikayetçi. Yine de yaşanıyor işte tüm bunlar. Hak ediyor muyuz? Biz bir gece daha rahat uyuyabilelim diye sınırlarda nöbet bekleyen, dağlarda teröristlerle çatışan, kimi zaman kahpe kurşunlara isabet olan, kimi zaman bombalı suikastlere kurban giden kınalı kuzularımız, askerlerimiz bunları hak ediyor mu?

Dilim damağım küfür etmekten kurumuş durumda. Tabi ki lanet okumak, küfür etmek bir çözüm değil. Keşke diyorum, keşke şehit ailelerinin yanında o gün ben de olsaydım. Ben de yürüseydim onlarla, acılarına daha yakından ortak olsaydım... Elimiz kolumuz bağlanmış durumda. En basitinden cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bile kaç yılda bir yapılması gerektiği halka sorulurken, millet bu kadar gereksiz bir mevzu yüzünden kalkıp sandık başlarına yollanırken, asıl halka sorulması gereken sorular sorulmuyor, onları cevaplayanlar belli. Ne kadar boş gündemlerle halk meşgul ediliyor, öte yandan asıl konuşulması gereken mevzular alttan alttan tıkır tıkır "hallediliyor".

Hala kaç kişi destekliyor açılımı? Hala kaç kişi "Evet, doğru yoldayız" diyebiliyor? Yok efendim neymiş, açılımmış. Bu kadar fazla açan ne olur, söylememe gerek yok herhalde.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Diş ağrısı ile ilgili gerçekler


"Allah'ım, bu çürükleri neden yarattın?" diye sormuşumdur hep küçükken. Sonra tabi bilimsel gerçeklerle karşılaşınca, çürüme olgusunun son derece biyolojik ve doğal bir olay olduğunu kabullendim.

Yaklaşık 1-2 haftadır sol üst dişimde hafif bir ağrı var. Ağrının derecesi son 2 gün itibariyle beynim, kulağım, dilim, üst çenem, alt çenem ve boğazımı kapsamak suretiyle artmış bulunmakta. Dişçiye tabi ki gittim. Öncelikle iltihabı gidermek için 1 antibiyotik 1 de ağrı kesici verdi. Amma ve lakin, bana bunlar fayda etmedi ve işkencenin doruğunda, bugün, tekrar dişçiye gittim ve kanal tedavimi oldum.

Dişçimiz Allah'tan çok iyi biri ve çok da samimi aile dostumuz. Sağolsun, dişçilerle ilgili tüm fobileri insanın aklından alır kendileri. Bu açıdan dişçiden korktuğum söylenemez. Çektiğim ağrıların şiddetini bir ben bilirim. "Kızım, bu dişini çekmemiz gerek" dese kabulümdü, yalan yok. Neyse ki 1 uyuşturucu iğne ile kanal tedavisi şeklinde vücut bulan olaylar sonucu şu anda biraz daha rahatım. 1 hafta sonra tekrar bir randevum var. Bakalım düzelecek miyim? ...

Onu bunu bilmem ama, blogumdan şöyle bir anons yapmak istiyorum: Dişlerinize iyi bakın! Hoş, ben sabah akşam sürekli dişlerini fırçalayan biri olarak, her daim dişçide geçirmekteyim vaktimi; ancak bu benim genetik yapımla ilgili olsa gerek. Bir de bakmasam bu yaşta takma damak takacağım herhalde.

Unutmayın, günde en az 2 kere dişlerinizi fırçalayın. Ahan da buradan size abla nasihati. Hepinizi kucaklıyorum.

25 Ekim 2009 Pazar

Sicim Teorisi ve Paralel Evrenler

Efendim, biliyorsunuz ki blogumuzun teması genel olarak "zaman" ve bunu nasıl geçirdiğimiz. Bazen durdurmak, bazen geri sarmak, bazen de taaa ilerilere bir yerlere ilerletmek istiyoruz. Şimdi size, belki de daha önce hiç aklınıza gelmeyen ilginç bir teoriden bahsedeceğim.

Bir anlığına tarih diye bir şeyin varlığını tamamen unutun ve kendiniz dahil tüm evreni henüz oluşmamış hayal edin. Her şey sıfır. Bir anda her şey aynı anda yaratılıyor. Siz, sizin anneniz ve babanız, dedeleriniz, atalarınız, Napolyon, Fatih Sultan Mehmet, Mete Han, Lao Tzu, taa Adem ve Havva'ya kadar uzanan tüm insanlık, tüm tarih, aynı anda yaratıldı ve aynı anda yaşanmaya başladı bu tüm olaylar. Sadece yer aldıkları evrenler (veya boyutlar) farklı olduğundan dolayı birbirlerini etkileyemediler ve birbirlerini farkedemediler. Örneğin şu anda ölmüş insanlar aslında hala yaşıyorlar, sadece farklı bir evrendeler, ve yine aynı şekilde, henüz doğmamış insanlar da aynı anda başka yerlerde yaşamaktalar.
Bu açıdan bakıldığında, aslında çok adil bir evrende yaşadığımızı söyleyebiliriz. Zaman denilen şey herkes için aynı işlediğinden ötürü, tüm şartlar herkes için eşit diyebiliriz. Herkes için aynı anda start verildi ve herkes aynı koşu yolunda koşmakta. Kulvarların farklı olması da, koşulan yolu değiştirmiyor. Tabi bütün bu olaylara diğerlerinin gözünden bakmak yararsız olur. Kendimizi düşünecek olursak, doğduk, yaşımız ilerliyor, büyüyoruz, yaşlanacağız ve bir gün öleceğiz. Fakat sizce insan öldüğünün farkına varır mı? Hayat denilen şey yine de bir şekilde bizim için devam edecekse eğer, aslında biz sonsuza kadar yaşayacağız demektir. Doğduğumuz noktayı referans aldığımızda en azından her şeyin başladığı bir tarih var diyebiliriz, ama önceden yaşamadığımızı ispatlayacak bir delil de malesef elimizde yok. Başka bir boyutta aslında yine de vardık belki, ve şu anda 3. boyuta geldik, belki ilerleyip gideceğiz. Tabi burada bilinç, kafa karıştıran en önemli etkenlerden.

Bu konudan neden mi bahsediyorum? Dün gece yatmadan önce çok ilginç bir BBC World belgeseli izledim, Paralel Evrenler ve Sicim Teorisi ile ilgili. Sonlara doğru geliştirilen bir de "M Teorisi" diye bir şey var ki, olayları iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor normal bir insan için :) Buyrun, meraklı olanlar buradan izleyebilirler belgeseli:
http://video.google.com/videoplay?docid=601546985137472922&ei=aWWmSo7MLoeu2wKuh8DqBA&q=paralel+evrenler#

Belgesel 45 dakikalık. Ben yatmak üzereyken başladım, sadece birkaç dakika izleyip gerisini ertesi güne bırakmak için, fakat tamamını izlemekten kendimi alamadım.



Benim burada bahsettiğim aslında pek de bu belgeselin özeti sayılmaz. Belgeselde çok daha matematiksel ve farklı yollardan daha ilginç şeyler anlatılmakta. Ben sadece arkadaşlarımla konuştuğum bir takım şeyleri burada özetlemek istedim. Konu hakkında eleştiri yapmak size kalmış. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Yeniden Seul ve zamana dur diyebilmeyi istemek...

"Kardeşim, mal mısın sen, Seul'de o kadar kaldın, oradayken yazsana şu anılarını sıcağı sıcağına! Her yazının sonunda söz veriyorsun yazacam yazacam diye, sonra fıs... Fesuphanallah..."

İşte aylardır kendime söyleyip durduğum cümleler bunlardan ibaret. Yani salaklık tabi, blogu olup da yazmamak. Sanırım hala blog felsefesini hayatıma oturtabilmiş değilim. Her seferinde "tamam abi, bu sefer yazıcam hep, söz!" "hadi ordan be!" demek lazım böylelerine...

Kendime kendi blogumda bu kadar sövdüğüm yeter sanırım. Hadi biraz Seul'den bahsedeyim sizlere.

Kendi ülkem dışında başka bir ülkeyi bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi inanın. Hele bir de orada yaşadığım süre içinde bunun farkında olmak gibi ilginç bir ruh hali içerisindeydim ki, özümü reddettiğim hissine falan kapıldım bir süre. He bir de ülkeme aşık geçinirdim. Ne oldu, nasıl oldu bilemedim, ama çok sevdim seni be Kore...

Nasıl diyeyim, Avrupa'nın soğukluğu, insanlarının kendilerini büyük görmeleri, Amerika'nın sözde özgürlükçü ama bilgisiz halkı, her durumda bu ülkelerde gördüğünüz 2. sınıf insan muamelesi, hiçbiri ama hiçbiri bu ülkede yok. Son derece mütevazi ve sıcak kanlı insanlar. Gitmeden önce aramızda ne kadar fark vardır kim bilir, ne değişik kültür, ne değişik tattır, nasıl alışacağım, bu kadar süre nasıl kalacağım şeklinde sıralanmış endişelerimin tek bir tanesi bile yerinde değilmiş, bunu anladım. Şu anda kendimi feci Kore partizanı gibi hissettim, ama sakın o şekilde anlaşılmasın. Sadece burada vurgulamak istediğim, insanları kendinize yakın hissedeceğiniz ve fazla vatan hasreti çekmeyeceğiniz. Tabi bunda 50 yıl önce Kore Savaşı'nda Kore'ye yaptığımız askeri yardımların büyük etkisi var.
Kore Savaşı demişken, Kore'de kaldığım süre içerisinde en çok üzüldüğüm şey, Türk şehitliğine gidememekti. Busan şehrindeydi bu şehitlik ve Seul'e 7-8 saatlik uzaklıktaydı. Neyse napalım, bir dahaki sefere dedik (bu arada bir daha gideceğimin mesajını veriyorum alttan alttan he, bilin yani =) ) Bu arada Korece ismim bile oldu: Malça :D

Bir önceki yazımda, şirketle içmeye gittiğimiz günlerden bahsetmişim. Bu günlerden ilki, anlattığım gibi Geena'nın güle güle partisiydi. Bir diğeri ise yine şirketten arkadaşımız Chris içindi. O da şirket tarafından 1 seneliğine Çin'e gönderildi. Ona da güle güle partisi yaptık, ama bu ilkinden daha eğlenceliydi, çünkü birbirimize daha çok alışmıştık. Yine yemeğe gittik, bu kez tavuk değil dana eti, hem de sac üzerinde masalarda kendimiz pişirdik, ve ardından karaoke... Bu sefer tavuğu karaokeden sonraya sakladık. Karaoke çıkışı o saatte bir de tavuk-bira yaptık ki, benim bittiğim an o an oldu sanırım. Taksiyle geldiğim odamda yatağıma uzandığım an çok feci bir baş dönmesi suretiyle kusma olayı cereyan etti. Allah'tan tuvaletin yolunu buldum (kendisi yatağımdan 3 adım uzaklıkta olduğundan problem olmadı yani :) ). Ertesi sabah tabi bende yine bir gece önceden kalma baş dönmesi ve mide bulantısı, fakat millet fitil gibi maşallah... Her akşam da içseler yine ertesi sabah saatinde masalarının başındalar. İşte en sevdiğim özelliklerinden biri de bu adamların.
Bu geceden başka da birçok kez çıktık şirketle. Bir önceki yazımda henüz 6.5 hafta olmuş, ama şimdi 12 haftayı tamamlayan biri olarak diyebilirim ki 3 kereden fazlaydı :D Bir sefer sevgili CEO'muz Sun Joo Lee şirket gençliğini yemeğe çıkardı (Bulgogi yemeye). Ardından biz gençler tabi yine karaokeye (bu arada karaoke Japonca, bunun Korecesi Norepang). Bir diğeri, şirketteki bir başka departman bizi yemeğe davet etti. O gece de yerde oturmak suretiyle bir lokantada deniz mahsüllü ve kimçili omlet yedik ve magkoli (bahsettiğim pirinçten yapılan içki) içtik. Bunun dışında böyle toplu olarak gittiğimiz son parti benim güle güle partimdi. Çok güzel bir geceydi açıkçası... Şirketteki son haftamda, çarşamba günü hep birlikte çıktık. Benim isteğim üzerine tavuk-bira birlikteliğini tatmaya, ardından da karaoke yapmaya gittik. Yemekte bana şirketten çok güzel bir masa saati verdiler. Üzeri sedef ejderha işlemeleri ile süslü, aşık olduğum bir saat. Geldim İstanbul'da odamda masama koydum ve hala Kore saatine göre ayarlı... Karaokede ise bayağı bir eğlendik. Eğlenceye sonradan katılan sevgili Douglas, bana, üzerinde Korece "Malça" ve "Seoul" yazan sarı ve pek sevimli bir tişört hediye etti. Gecenin geri kalan kısmını bu tişörtle tamamladım. Ardından aynı şahsiyetin arabasıyla, ben, Wisam, Alex, JP Choi ve Douglas, Han Nehri kıyısında ultra lüks bir restoranda lüks şarap içmeye gittik :)) Çok romantik bir mekandı.














Kore'deki son günümü ise alışveriş yaparak geçirdim. Bavullarım zaten yeteri kadar ağır olduğundan fazla ağır ve çok şey alamadım. Genelde ufak tefek hediyelikler... Bir daha yurtdışına gittiğimde 2 pantolon 3 tişörtten fazlasını alan böyle olsun. Zaten havaalanında 3 kilo fazlanın bile hesabını yaptılar. Ama ben Allah'tan bavullarımdan birini Asım abi ile bir önceki gün İstanbul'a yollamıştım (Asım abi de aikidodan arkadaşım, ve ben oradayken aikido çalışmaya Kore'ye geldi).
İşte böyle... Kısa ama öz oldu biraz... Daha detaylı bilgi almak isteyenleri, facebooktaki Kore albümlerime davet ediyorum. Bizzat bana danışaraktan da bilgi ve resim alabilirsiniz. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Evet... Korede 6.5 haftamı tamamlamış bulunuyorum. Güzel geçiyor geçmesine de, bir de yağmurlar bitse, yaz gelse tam süper olacak. Haftasonları genelde hava kapalı oluyor. Bir de "Gosiwon" adı verilen, ekstra küçük ve penceresiz bir odada kaldığımdan dolayı sabahları uyanmak çok büyük bir problem arz etmekte. Bu açıdan haftasonlarımı fazla etkili bir şekilde değerlendiremiyorum. Bir de tüm haftanın yorgunluğu var tabi. Bünye uyku istiyor. Geç kalkıyorum, haliyle güne geç başlıyorum. Kahvaltı et, ortalığı toparla, çamaşırları yıka falan derken saat zaten 4-5 oluyor. O saatten sonra da ya yakın yerlere gidiliyor (Shinchon, Yonsei University, Hongik University falan civarı). Şu ana kadar gittiğim görülesi yerlerin sayısı malesef çok az. Bunlardan biri Seul Kulesi, gerçekten muhteşemdi, diğerleri Han Nehri, Myongdong, Yoseido, Dangsan bölgeleri. Bunlar haricinde her akşam iş çıkışı Sindorim ve Daerim civarlarında yürüyüş yapmak suretiyle geziyorum. Haftaiçi insan çok yoruluyor (fazla bir şey yapmasa da), o açıdan ister istemez bir sonraki günü düşündüğünden fazla gezip eğlenemiyor haftaiçi.

Haftaiçi gezip eğlenmek demişken, Seul'de bulunduğum süre içerisinde iş arkadaşlarımla 3 kere iş çıkışı yemeğe gittik. Bunlardan ilki Geena adlı arkadaşımızın şirketteki son günü onuruna gittiğimiz tavuk-bira partisiydi. Yediğim sarımsaklı tavukların haddi hesabı yok. Tabi içtiğim biraların da... Bitiyor, bir bakıyorum hooopp bir daha koyulmuş. Sürekli "Kombeee" sesleri eşliğinde şerefeler, tokuşturmalar, "hadi bir tane daha"lar... O akşam sadece tavuk ve birayla sınırlandırılmış mıydı sanıyorsunuz? Tabi ki hayır. Nedenini anlayamadığım bir şekilde (sanırım adetten), tavuk çıkışı başka bir restorana oturmaya gittik. Burada da yine yenildi, içildi. He bir de ilginç bir şey içtim, pirinçten yapılmış bir içki... Çok ilginçti yani tavsiye ederim :) Heralde içtiğim içkilerden olsa gerek, yemeye devam ettim. Buradaki yemeğimiz de bitince, bu kez nereye?? Tabi ki KARAOKEEEEE... İşte ilk karaoke deneyimimi o gün orada yaşadım. Çok eğlenceliydi. Grup olarak özel odanıza giriyorsunuz ve istediğiniz şarkıyı seçip arkadaşlarınızın önünde söylüyorsunuz. İçki servisleri falan da buraya yapılıyor. Aşırı eğlenceli. Karaoke de bitince artık eve dağılma vakti geldi. Odama gittim gitmesine, fena da değildim, ama ertesi sabah hiç de sevimli sayılmazdım. Hani içki sonrası klasik bir ilginçlik vardı, ama ondan bahsetmiyorum. Biz hep alışmışız içtikten sonra ertesi gün danalar gibi uyumaya, erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olmak çok koydu...
İşte ilk eğlencem bu idi Kore'de. Bu geceden başka 2 sefer daha çıktık dışarı yemeğe. Onları da bir sonraki yazılarımda anlatacağım. Takipte kalın.

28 Temmuz 2009 Salı

Kore Gazisi Part 1

Merhaba, merhaba, merhabe Seul...
Uyandığımda göremesem de seni penceremden (herhalde kaldığım delikte pencere olmadığından olsa gerek), güzelsin, biliyorum.
Sabah güneş ışığından mahrum bir şekilde uyansam da, saçlarımı okşuyorsun, hissediyorum...
Metroda en kalabalık durakta inmek zorunda kaldığımdan dolayı ittire ittire pestilimi çıkarıyorsun sabah sabah, yaşıyorum... =) Bu sayede 3 dakikalık yürüme mesafesi, sen ve senin sevgili insanların sayesinde 13 dakikaya çıkıyor, yürüyemiyorum... :D
İş çıkışı bana zorla domuz yedirmeye çalışıyorsun, ama ben yemiyorum... Domuz olmayınca bana 2 seçenek bırakıyorsun, ben de birini seçiyorum. Bir gün "Bulgogi", bir gün "Lapuki" yiyorum... "Kimpap"sız sofraya oturmam diyorum...
Yazacağım, yazacağım Seul... Daha senin hakkında çok şeyler yazacağım. Her birini buradan naklen açıklayacağım. Şu an iş yerindeyim ve blog yazıyorum diye bana kızıyorsun Seul, farkediyorum. Maaşımı ödeyecek misin bu cuma? Öde de gidip biraz alışveriş yapalım Seul...

Merve'nin Seul Maceraları çok yakında burada! Bekleyin anacığım...

7 Nisan 2009 Salı

Macar-Türk Birlikteliği Twinning Programı 2. Gün

Budapeşte'ye Günaydın "Jo reggelt!"

Yerim oldukça rahat ve geniş olmasına rağmen, yadırgamadım değil. Tüm geceyi, ertesi günü düşünerek uyandığım ufak boşluklarla böldüm sanırım. Saat 9 gibi Krisztina'nın zili çaldı ve kalktık. Nedenini anlayamadığım bir şekilde başım feci ağrıyordu. Krisztina ve ben birer duş aldık, sonra giyindik, hazırlandık, saati 10 ettik. Tam kapıdan çıkmışız ofise doğru yollanıyoruz, birden fotoğraf makinemi unuttuğumu farketmemle koşa koşa eve döndük. Bu esnada ofise giden otobüsün kalkmasına 3 dakika vardı ve durak yürüyerek 2 dakika uzaklıktaydı. Hemmen foto makinemi kaptığım gibi 3 kız hızlı hızlı otobüs durağına doğru yürümeye başladık. Şükür ki daha otobüs gelmemişti. Sanırım saat 10.30a doğru ofiste (yani yurt binasında) idik. Krisztina, kahvaltı için ofise kahve, soğan, domates, biber falan getirmişti. Ardından gelen Balazs da yumurta, süt, tavuk jambon, ekmek vs getirdi. Hemen işe koyulduk. Yurdun mutfağında ben, Balazs, Özge, Martin, Hilmi hep birlikte millete güzel bir kahvaltı vermek için kolları sıvadık. Martin ile Balazs yumurtaları kırıp çırptı, ben soğanı doğradım, Özge de domatesleri dilimledi. Sonra Balazs ve ben, ocağın başına geçtik ve birer tavada ikimiz de soğanlarla jambonları kavurmaya başladık. Yaklaşık 5-10 dakikalık bir kavurmadan sonra yumurtaları döktük ve karıştırmaya devam ettik. Sanırım 15-20 dakikaya tüm grubun kahvaltısı hazırdı. E
kmekler de ben ve Martin tarafından kesildikten sonra ofis masasına götürüldü. Bu esnada Attila (benim benzetmemle Benjamin, çünkü çocuk aşırı bir şekilde Lost dizisindeki Benjamin karakterine benziyordu) kahvelerle, Edit ise çayla ilgileniyordu. Ofisin ortasında bulunan büyük masada hep birlikte kahvaltımızı ettik, fotoğraflar çektik. Bizim ev arkadaşı Auridas da gelmişti. Herkes kahvaltısını bitirdikten sonra, Bence'nin evinde (bizim dememizle ahır düzende) kalan 7 kişi geldi; ancak onlara hiç omlet kalmamıştı :) Etrafı biraz toplayıp keyif çaylarını da içtikten sonra gezmelere başlamak üzere aşağı, yurt binasının girişine indik.

BudaQuest

Grupça 30 kişi olduğumuzdan hep birlikte
gezmemiz imkansız gibiydi. O nedenle 3 gruba ayrıldık. İlk grup Agi ve Edit'in grubuydu, ikinci grup Attila ve Balazs, üçüncü grup da valla birilerinindi ama hatırlamıyorum. Bize hangi gruba düşmemizi belirlememiz için kura çektirdiler. Açıkçası gönlüm ikinci gruptan yanaydı, çünkü en çok muhabbet ettiğim ve en eğlenceli bulduğum iki kişi o gruptaydı; ancak kör şeytan, birinci grubu seçtim :/ Bizim grupta Tolga, Özge, Gamze, Onur, Adam, babası Hintli olan çocuk, Edit, Agi ve Auridas yer alıyordu. Koç Üniversitesi'nden olan Gamze ve Onur'un bir döviz bürosundan para değiştirmeleri gerekiyordu, bu yüzden zamanımızın bir kısmını onlara döviz bürosu aramakla geçirdik. Bu esnada Edit ile Agi bize Macarca bir şarkı öğrettiler. Şarkı
Tuna Nehri'nden esen rüzgar ve fakir adam ile ilgili bir şeydi, melodisi ve sözleri hala aklımda iken, İstanbula döner dönmez sesimi kaydettim. Şarkı bilgisayarımda kendi sesimden duruyor. =) Şarkılar söylerken söylerken, Çarşı gibi bir alana gittik, orada Özge ve ben bazı hediyelik eşyalar aldık, minik minik şeyler almama rağmen çok para tuttu valla anlayamadım. Sonra meydanlık bir alana çıktık. Burada bize yoldan geçen Macarlarla fotoğraf çekmemizi söylediler. Birkaç kişi bulduk bunun için ve fotoğraf çekindik. Sonra bir şekilde yolda Bence ile planlanmış bir karşılaşma yaptık. Günün ilerleyen saatlerinde Budapeşte'de Uluslararası Yastık Savaşı (Pillow Fight) olduğundan (ve biz de ona katılmayı düşündüğümüzden) bize yastıklarımızı getirdi. El çantam, fotoğraf makinesi çantasından sonra başıma bir de yastık çıktı. Onu da taşıdık gittiğimiz her yere. Neyse, bu oyalanmalar ve çarşı gezmelerinden sonra metroya atlayıp
"Kahramanlar Meydanı" olarak Türkçeleştirebileceğimiz; Macarcası "Hösök Tere" olan o meşhur meydana gittik. Burad
a kendi figürlerimizle yere oturup (hatta yatıp) IAESTE yazısını oluşturmaya çalıştık, ve de bu anı fotoğraf çekerek ölümsüzleştirdik. Hem yatarak hem de ayakta olmak üzere 2 farklı şekilde IAESTE yazdık koca meydana. Eğlenceliydi. Sonra bizden, meydanda duran koca yeşil heykellerden kaçının kadın olduğunu bulmamızı istediler. 3 tane kadın vardı :) Aslında ilginç bir uygulamaydı, bu gibi basit bir araştırma sayesinde tüm heykellerin yüzüne tek tek dikkatlice bakmış olduk. Ardından tekrar atlayıp metroya geri geldik.
Bulunduğumuz noktadan tekrar bir otobüse binince, kaleye çıkan zorlu yolun orada bulduk kendimizi. Normalde sanırım teleferikle çıkılıyorBu sefer hedefimiz Buda Kale
si idi (Yanılmıyorsam Kanuni Sultan Süleyman'ın fethettiği Budin Kalesi).
Kaleye çıkmadan önce bir markete girdik ve su, ice tea, kruvasan, çikolata gibi şeyler aldık. Bu gavurlar da hep bira aldı. Gündüz gözüne o sıcakta ne varsa içmekte...

muş; ancak bizdeki şansa teleferik kullanım dışı imiş. Biz de yayan çıkalım bari dedik ve başladık yürümeye... Hafif eğimli bir yolda surların kenarından yürürken yürürken bir de ne görelim! Koskoca bir kalabalık, durmuş yolu kapatmış, öyle bir şeye bakıyorlar. Allahım bu ne! Böyle bir ayin, bir tören havası, ses sistemi kurmuşlar, mikrofonla sanki tiyatro yapıyorlar. Çılgın kalabalığı yararak bir şekilde ilerlemeye çalıştık. Gördüğüm kadarıyla Hz. İsa'yı temsil eden bir adam (omuzlarına temsili büyük bir kütük bağlanmış) vardı ve sanırım onu çarmıha germeye götürdükleri sahneyi canlandırıyorlardı. Neyse, biz bir şekilde çılgın kalabalığı aştık kenardan, köşeden, bucaktan ve yolumuza devam etmeyi başardık. Aslında gösterilerinin (ya da törenlerinin) devamında ne yapacaklarını cidden merak ettim. Her neyse, maceralı günün devamında, kalenin en tepesinde Twinning Macaristan koordinatörü Szuszie ile buluştuk ve tepede yer alan çimenlik bir alanda, bir ağaç gölgesinin altına oturarak biraz dinlendik, kruvasanlarımızı yedik, içeceklerimizi içtik. He bu arada kale içinde falan fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Arkada nefis Tuna nehri, üzerinde köprüler, sahil boyunca tarihi binalar ve parlamento binası da fotoğrafın panaromikliğine panaromiklik katıyordu :D. Kale içinde de yeteri kadar dinlendikten sonra, Edit'e Gül Baba Türbesi'ne gidip gidemeyeceğimizi sordum. Birkaç yeri aradıktan sonra türbenin saat 4'te ziyaretçilere kapandığını söyledi. Açıkçası gerçekten üzüldüm. Sen Macaristanlara kadar git, ataların gibi Budin Kalesi'ni fethet, sonra Gül Baba türbesini göremeden ayrıl!

World Pillow Fight - Dünyanın En Büyük Yastık Savaşı

Kaleden su seviyesine inip Tuna Nehri boyun
ca yürümeye devam ettik. Programımızda sırada "World Pillow Fight" vardı. Nehir kıyısında yürürken havada hafif polenler
in uçuştuğunu farkettim. Tam "Acaba nerede kavak ağaçları var" diye etrafıma bakınıyordum ki, bu polen ve tüylerin Yastık Savaşı alanından geldiğini gördüm. Alanda birbirine yastıklarla vuran çılgın kalabalık aşırı komik ve çekici
görünüyordu. Hemen sabahtan beri elimde taşıdığım yastık poşedini yırttım ve yastığımı çıkarttım. Alanda bizim diğer 2 gezi grubunu da buldum ve arkadaşlara elimdeki yastığımla hunharca saldırmaya başladım =) Aslına bakılırsa meydanda benden daha hunharları vardı, millet birbirine öyle sert vuruyordu ki, çılgın kalabalığın ortasına kadar gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Biz Yastık Savaşı'na biraz geç kaldığımız için, pek fazla vakit geçiremedik. Herkesin pelti çıkmıştı.

Gül Baba Türbesi, Kaçak Giriş

Yastık Savaşı'ndan çıkan yorgun savaşçılar olarak, bir sonraki durağımızın ner
esi olacağına karar vermek üzere tekrar toplaştık. Attila'ya "Hani Gü
l Baba'ya gidecektik?" diye sorduğumda, "Tamam, gidelim o zaman" diye hemen organizasyon işine girişti ve ben, Tolga, Hilmi, Martin, Balazs ve Attila olarak 6 kişilik küçük bir ekiple Gül Baba Türbesi'ne doğru yola çıktık. Önce Tuna Nehri üzerindeki köprüden karşıya geçtik, açıkçası çok güzeldi. Bu arada
Zsofia da bizimle geldi; fakat o Gül Baba'ya değil, başka bir yere gidecekmiş. Tuna Nehri'nin diğer ucunda otobüs durağında yanlış hatırlamıyorsam 86 numaralı otobüsü bekledik. Bu bekleme esnasında Attila cebinden bir kağıt çıkardı. Kağıtta Üsküdara Gider İken" şarkısının sözleri yazıyordu ve o da söylemeye çalışıyordu. Çok komikti :) Ben de onlara bugün Macarca bir şarkı öğrendiğimi; ancak sözleri ve melodiyi unuttuğumu söyledim. Hangisi olduğunu çok merak ettiler ve hemen arkadaşlarını arayıp bize hangi şarkıyı öğrettiklerini sordular. "Hey Duna do fuya see" gibi sözlerinin yazımını Türkçeleştirebileceğim şarkıyı, bir kez de onlar eşliğinde söyledik. Yaklaşık 10 dakikalık bir otobüs yolculuğunun ardından, Zsofia'yı otobüste bırakarak indik. Ve karşıdan karşıya geçerek yukarılara bir yerlere tırmandığımız yokuşlu merdivenli yollara vurduk kendimizi. Bu yürüyüş sırasında da Attila ve Balazs bize IAESTE Boozers şarkısını öğrettiler: "We are we are we are we are IAESTE engineers, we can we can we can we can demolish all the beers, drink rum drink rum drink rum drink rum and come along with us, cause we don't give a damn for any damned man who don't give a damn for us! IAESTE boozers halleluijah...." şeklinde devam eden ve giden şarkının en eğlenceli yeri şüphesiz "causewedontgiveadamnforanydamnedmanwhodontgiveadamnforus!" kısmı idi. =) Bu kısmı hariç şarkıyı ezberledim. Bir şarkı daha öğrettiler; neydi ya... Şu an aklıma gelmiyor ama o da güzeldi. IAESTE ile ilgiliydi.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik... Sonunda Gül Babamızın, alim insanın türbesine vardık. Aman Allahım! Buradan Budapeşte ne kadar da güzel görünüyordu! Türbe Budapeşte'nin herhalde en yüksek tepelerinden birine yapılmıştı, ve yanında teras gibi bir çıkıntıdan tüm Tuna nehrini ve Budapeşte'yi görebiliyorduk. Türbe kapalıydı, kapısında da 2 adam vardı; ancak türbenin dışından da çok rahat bir şekilde içeriyi görebiliyor, fotoğraf çekebiliyorduk. Onlar teras gibi olan çıkıntıda oyalanırken, ben de fotoğraf çekimlerime kendimi adadım. Dışarıdan görebildiğim kadarıyla türbenin içinde bulunduğu avlunun duvarlarında yer yer cami duvarlarını süsleyen mermer motifler vardı. Fotoğraf çekimlerim sırasında kapıda duran bekçi bana bir şeyler söylemeye çalıştı, fakat anlamadığım için Attila'yı yanıma çağırmak zorunda kaldım. Attila Macarca adamla konuştu, ve dedi ki "Eğer istersek bizi içeri sokacak, fakat 1200 Ft istiyor". Biz aramızda anlaştık, ve 1200 Ft toplayarak içeri girmeyi başardık. Normalde sezon boyunca içerisi kapalıymış, bu yüzden adam çabuk olmamız gerektiğini söyledi ve bizi içeri soktu. Kendi de içeri girerek bazı şeyler hakkında bizi bilgilendirdi. Avlunun ortasında duran türbenin yanı sıra, bekçinin anlatmalarından bir şey anlamadığım ve ayak yolu (ya da ayak yıkamak için bir yer) olduğunu düşündüğüm bir yer ve temiz su akan bir çeşme (bekçi bu suyun yüz-
yıllardır aktığını söyledi ve şifalı olduğunu da ekledi. Çeşmenin suyundan içmeyi de ihmal etmedik) vardı. Tam bu anda Attila çok yavaş hareket ettiğimi düşündüğünden olsa gerek, elimden makineyi kaptı ve beni, arkadaşlarımı, çevreyi, her şeyi çat çat çekmeye başladı. Bekçi türbenin kapısını da açtığında içeri girip girmemek konusunda tereddütte bulundum. Ömer'in demesine göre ikindi vaktinden sonra türbe gezilmezmiş, ayrıca başım bile kapalı değildi. Arkadakilerin gazlamasıyla "Ya Allah" dedik ve kendimizi içeride bulduk. Ortada başında kavuğu olan, temsili tabut şeklinde bir yapı ve duvarlarda yine dikdörtgen çerçeveler şeklinde cami motifleri ile Arapça yazılar vardı. Attila tüm detayları bir bir görüntüledikten sonra "Go Go Go" diyerek acele ile bizi içeriden çıkarttı. hemen 1-2 kare de avlunun kenarında aldıktan sonra (zaten tam o anda şarjım da bitti) alelacele çıkıverdik türbeden. Bekçi ile vedalaşıp dönüş yoluna koyulduk.

Alabildiğine Yeşil ve Alabildiğine Büyük Bir Park Hayal Edin

Geldiğimiz yolu aynen aşağı indik. Bu esnada Attila ile aramızda fotoğraf makinesi geyiği döndü. Canon Power Shot'ların optiklerinin yapıldığı malzemeyi iyi bulmadığını, hemen kırıldığını falan söyledi. Yine Tuna seviyesine indiğimizde Balazs yurda döneceğini, eğer istersek onunla gidebileceğimizi ya da kalıp biraz daha gezebileceğimizi söyledi. Attila kalmak isteyenleri gezdireceğini ekledi, bunun üzerine ben kalmaya karar verdim, benimle birlikte Tolga da kaldı ve Hilmi ile Martin, Balazla birlikte yurda döndüler (yani okulun yurduna :) ). Tuna kenarında yürürken Üsküdar'a gider iken'i çalıştık. Yol boyu bu şarkıyı ezberlemeye çalışan Attila, anca ilk 2 mısrayı ezberleyebildi. Attila'nın bizi götürdüğü yön, Margharita Park isminde yeşillik çayır çimen orman bir alandı. Millet güneşin keyfini çıkarıyor, kimi piknik yapıyor, kimi sadece malaklanıyor, kimi badminton oynuyor, kimi de nargilesini tüttürüyordu. Bu koca alanda aynı zamanda kortlar da vardı. Koskoca yemyeşil bir alan... Attila baharda bu alanın tamamiyle sarı çiçeklerle kaplandığını söyledi. Açıkçası o görüntüyü görmek isterdim. Parkta bir de fıskiye havuzu bulunmaktaydı; ancak sadece yazın çalışıyormuş ve çalışırken aynı zamanda müzik de çalıyormuş. Bu uzun ve rahatlatıcı yürüyüşümüz esnasında politika, gezdiğimiz ülkeler, yaptığımız aktiviteler, tarih gibi çeşitli konularda konuşma fırsatımız oldu. Örneğin Attila neden İstanbul'un başkent olmadığını sordu çünkü ona göre ticari açıdan ve bir çok açıdan en işlek şehir olan İstanbul başkent olmalıydı. Ben de ona neden Ankara'nın başkent yapıldığını, taa Atatürk zamanlarından ve Kurtuluş Savaşı'mızdan başlayarak anlattım. İkna oldu sanırım. =) Konuştuğumuz şeylerden biri de IAESTE stajı içim yazın Kore'ye gitme ihtimalimin olması idi. Kore'ye gitmeye nasıl karar verdiğimi falan sordu, ve "Ben de yerinde olsam Kore'yi seçerdim, çünkü bir daha gitme fırsatın olmayabilir." dedi. Parkın sonunda yer alan otobüs durağından, Krisztina'ların evinin oraya en yakın geçen otobüse bindik. Otobüste de Attila'nın Türkiye gezisinden, izlenimlerinden ve deneyimlerinden bahsettik. Örneğin Türk Hamamı'na gitmiş ve keselenmemiş çünkü Türkler dahi keselenmekten korkmuş. =) Nasıl bir şey olduğunu sordu. Bir de neden keselenmeden önce ya da kese esnasında sabun sürülmediğini, kadınlarla erkeklerin ayrı olup olmadığını falan sordu. Onların gittiği saatte aynı imiş sanırım. Ben de elimden geldiği kadarıyla yanıtlamaya çalıştım. Bir de bazı ülkelerin bazı şeyleri paylaşamadıklarından bahsetti, örneğin Türklerle Yunanlıların müzikleri ve çalgı aletlerini paylaşamamaları gibi.


TO BE CONTINUED

Macar-Türk Birlikteliği Twinning Programı 1. Gün


Uzun bir aradan sonra neden tekrar yazmak istedim, okuyunca anlayacaksınız.

Yıldız Teknik Üniversitesi IAESTE üyesiyim. Kulübümüzün bir lütfu olarak zaman zaman yurtdışı gezilerine katılma şansı buluyoruz. Ben de şu birkaç aylık üyelik sürecimde karşıma çıkan yurtdışı fırsatını değerlendirme şansına erişebildim. "Twinning", yani kültürel değişim programı ileTürkiye'den Macaristan'a giden şanslı 18 kişiden biriydim. 
03-05 Nisan 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilen "Twinning", iki kültürün birbirini daha iyi tanıması ve anlaması, insani ilişkiler kurulması ve çok çeşitli arkadaşlar edinmem açısından oldukça yararlıydı. Şimdi bu küçük gezi öncesi, sırası ve sonrası izlenimlerimi paylaşacağım.

Yolculuğa Çıkarken, Yolculuk ve  İlk Karşılanma


Öncelikle sırf Budapeşte'yi görebilmek için böyle bir programa katılmayı istedim. Maksat gezmek olsun, değişiklik olsun. Açıkçası ilk başlarda o kadar heyecanlı değildim, sonuç olarak topu topu 2 günlük bir geziydi ve orada ne ile kim ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Giden gruptan neredeyse kimseyi tanımıyordum (bizim üniversiteden olan 2 kişi hariç -Ömer ve Doruk-) ve oraya vardığımda karşılanacağımdan bile endişeliydim. Bu sebeple kredi kartlarımı, bol bol kontör yüklediğim telefonum, biletim, pasaportum ve macar arkadaşlara Türkiye'den aldığım yöresel hediyelerimle birlikte 3 nisan saat 09.45 civarı evden çıktım. Yanıma ne olur ne olmaz diye uyku tulumumu bile almıştım. Binaenaleyh, 2 gün için oldukça büyük görünen bir bavul, fotoğraf makinesi çantası, normal el çantam, kışlık kabanım ve ben, saat 11.45'te İstanbul'dan Budapeşte'ye hareket etmiştik bile. Yaklaşık 2 saat süren rahat bir uçak yolculuğunun ardından vardığım Budapeşte Havalimanı'nda yirmi dakika kadar bavulumu bekledim. Tam bu esnada açtığım telefonuma bir mesaj geldi: "Merhaba, ben Bence, biraz gecikeceğim lütfen kusura bakma, büyük saatin altında buluşalım. Üzerimde sarı bir t-shirt var." (tabi ki mesaj İngilizce idi). Heh dedim, şimdiden başladık. Tam mesaja cevap yazıyordum ki, bu Bence denilen eleman aradı. Konuştuk, söylemesine göre dışarıda bekliyordu. Bavulumu aldıktan sonra dışarı çıktığımda cidden sarı t-shirtlü bir çocuk bekliyordu. Biraz yaklaşıp "Bence?" dediğimde gülümsedi ve "Demek mesajımı almışsın" dedi. İşte ilk Macar arkadaşım olan Bence ile bu şekilde tanıştık. Bavulum afedersiniz, öküz gibiydi ve sadece 1 kere yardım etmemi ister misin diye teklifte bulundu. Bizde adettir ya, ille ilk soruya "yok sağol ben iyiyim böyle" diye cevap veririz. Aynen öyle dedim ben de. O da ısrar etmedi. Daha sonra anladım ki bu Avrupalılar kesinlikle ve kesinlikle ısrar etmeyi bırakın, bir şeyi 2 kere sormuyorlar bile. Her neyse, ilk olarak havaalanından bir otobüse bindik. Otobüs yolculuğumuz sırasında Bence bana kimin evinde kalacağımdan, haftasonu için ne gibi planları olduğundan falan bahsetti. Aynı zamanda hangi üniversitede, hangi bölümde okuduğumuzdan falan konuştuk. Kendisi "Transportation Engineering" denilen  ve dünya üzerinde çok az yerde bulunan bir bölümde okuyormuş ve trenleri çok seviyormuş. Üniversitede 7. senesi olmasına rağmen hâlâ mezun olamamış ve "öğrencilik gibisi yok" diyerek bu süreyi olabildğince uzatmak konusunda da kararlıymış. IAESTE stajı yapma fırsatı bulamamış çünkü bölümü için sadece Almanya'ya gitme şansı varmış, bu yüzden sürekli Almanya'yı denemek zorunda kalıyormuş tercihlerde. Tuna nehri üzerinde feribot turu yapıp yapmayacağımızı sorduğumda hemen telefona sarıldı ve arkadaşlarını arayıp bu isteğimi dile getirdi. Zamanımız kısıtlı olduğundan ve feribot turunun da 2 saat sürmesinden dolayı ya sabah çok erken kalkarsam ya da akşama doğru diğer programlardan vaktimiz kalırsa böyle bir şansı değerlendirebileceğimi söyledi. 

Otobüsten indikten sonra hemen orada duran metroya bindik. Bence bu metrolardan nefret ediyormuş çünkü çok eskilermiş. Harbiden de çok eskilerdi yani. Bizim metrolarımız bunlara 1000 basar. Metro ile 6-7 durak gittikten sonra indik ve hemen orada bulunan haritadan bana pazar günü nasıl geri döneceğimi anlattı. Tabi o anda biraz tırstım, açıkçası onların beni havaalanına geri bırakacaklarını düşünüyordum. Budapeşte'de 3 tane ana metro hattı varmış. Bizim indiğimiz duraktan "Kübanya Kispest" istikametine giden metroya binip son durakta inersem, otobüs duraklarının oraya gelmiş olacakmışım. Otobüs durağından da 200E numaralı otobüse binerek havaalanına varabilirmişim. 

Metro durağından yeryüzüne çıktıktan sonra başka bir otobüs durağına gittik. Aynı bizim duraklar gibi, insanlar üst üste, alt alta, çok kalabalık bir durak. Bence'nin demesine göre o durak ana duraklardan biriymiş ve otobüslerin çoğu o duraktan geçiyormuş. Bu arada ben nisan ayında (ve de Avrupa'da) böyle sıcak hava görmedim kardeşim! Elimde öküz bavulum, el çantam ve kamera çantası, üstümde ayı postu gibi kalın kırmızı kabanım, nasıl terledim anlatamam. Bence dedi ki "Bu havada Budapeşte'de kabanla dolaşan tek kişi sensin!" Eyvallah kardeşim, azcık yardım edeydin de bari bavulları taşımama, ben de çıkaraydım kabanımı elime alaydım. O yükle nası taşıyayım bir de kabanı elimde! Tövbeee... He bir de şöyle bir konuşma geçti: Bana güneş gözlüklerim olup olmadığını sordu, ben de evde kaldığını söyledim. Bunun üzerine dedi ki "Belki lenslerinin UV filtresi vardır" Ha ha ha... Lens taktığımı nasıl farkettiğini o anda anlayamamıştım, dedim amma da dikkatli bakmş he çocuk... Fakat sonra kendisinin de lens kullandığını öğrendim. E tabi eğer siz de lens kullanıyorsanız diğerlerinin gözlerindeki lensler daha kolay dikkatinizi çekiyor. 

Ev Sahibem ve Tanıştığım İlk Arkadaşlarım

Oranın saati ile 2.30'a doğru kalacağım eve vardık. Kristina adında bir kızcağızın evi idi. Ev bildğimiz tipik öğrenci evi. Masalar, bilgisayarlar, yataklar ve dolaplar dışında evde başka bir şey olduğu söylenemez. Yani öyle koltukmuş televizyonmuş, dedim ya, aynı bizdeki gibi, tipik öğrenci evi. Yalnız evde güzel bi köşe kütüphanesi vardı. O kütüphanenin de ev sahibine ait olduğunu sonradan öğrendim. 

Kristina su isteyip istemediğimi sordu. O kadar terlemiştim ki, musluktan içtiğim serin ve mis gibi su çok iyi geldi. Bardağımı da çalkalayıp bulaşıklığa ters yatırmayı ihmal etmedim. Kristina bana evi tanıttı, işte şurda banyo var şurda tuvalet var her şey serbest falan filan... Evde anladığım kadarıyla 3 kız 1 erkek kalıyorlarmış. Ev arkadaşları yoktu ama. 10-15 dakika sonra Edit isminde bir kız daha geldi. O ev arkadaşları değilmiş, sadece IAESTE'den. Beni akşama kadar biraz gezdirmek için gelmiş. Önce oturduk, Kristina, Edit, Bence ve ben biraz muhabbet ettik hafif espriler falan işte... Sonra Bence tekrar havaalanına dönmesi gerektiğini, Türkiye'den başka bir grubun daha geleceğini söyledi ve 3.30'a doğru çıktı. Onun çıkmasının ardından, Kristina'nın ev arkadaşı olan ve Budapeşte'ye Litvanya'dan staj için gelmiş Auridas eve geldi. Kızların demesine göre çok esprili bir çocukmuş. Onun odası sokak kapısının yanında, ayrı bir yerdeydi. Kızların odası da kocaman ve dolaplarla 2 bölmeye ayrılmış bir oda idi. Muhabbetimiz esnasında üniversiteden, bölümlerimizden, mühendislik bölümlerindeki kız yoğunluğunun azlığından falan bahsettik. Edit de "Civil Engineering" yani inşaat mühendisliği okuyormuş. Kristina ise mimarlık. Bu arada Kristina'nın odasındaki duvarlarda çizgi karakterler falan vardı. Kendisi çizmiş ve çok şeker çizimlerdi. Ben de onlara bizim bölümde 1 senede ortalama 15 kız falan olduğunu; ancak makine mühendisliğinde bu sayının 2'lere kadar düştüğünü söyledim. Bilgisayar mühendisliği için 15 kız onlara çok geldi, çünkü onlarda genelde 400 erkek arasından 20 kız falan çıkıyormuş. Dedim "Bizde makine mühendisliğinde erkek başına 0.02 kız düşüyor". Koptular...Bir de ekledim: "Makine mühendisliği okuyan kızlar bir süre sonra erkek gibi davranmaya başlıyormuş". Kısacası "Haydi kızlar mühendisliğe" kampanyası Avrupa'da da uygulanmalı.

Budapeşte Sokaklarına İlk Çıkış

Saat 5 gibi hazırlanıp evden çıktık. Saat 6'da merkez ofiste olmamız gerekiyormuş, o yüzden sadece şöyle bir çevreyi gezme fırsatı elde ettik. Kristina'nın evine çok yakın bir göl ve doğal park vardı, oraya götürdüler beni. Bu göl "altı olmayan göl" olarak anılıyormuş. Çok sığ bir gölmüş. Birkaç fotoğraf çektik (daha doğrusu yoldan geçenlere çektirdik). Sonra da yürüye yürüye merkez ofise gittik. Merkez ofis dediğim yer, Edit'in de kaldığı üniversite yurt binasında bulunuyor. Odanın içine girdiğimizde "Yuh" dedim içimden, benim odamdan bile dağınıktı :) Her şey her yerde, ortada kocaman bir masa var ama masa yüzeyi görünmüyor neredeyse. Kenarda bir kanepe var ve üzerinde de ufak bir tepecik :) Kızlar bu vahim görüntü için benden özür dilediler, dedim problem yok birlikte toplayabiliriz. Kabul etmediler, beni oturttular bilgisayarın başına, dediler sen bize müzik çal biz de biraz etrafı toplayalım. DJ olmayı kabul ettim. Yaklaşık 15 dakika kadar sonra birkaç arkadaş daha geldi. 1 Türk, 1 Macar. Türk olanın adı Hüseyn idi, Macar da Endi mi Andi mi ne. Bir de Agi diye sevimli bir kız geldi. Bu esnaya kadar Kristina'lar da masanın üstünü boşaltabilmişlerdi. Bizim için birer Budapeşte şehir rehberi, haritası, İngilizce-Macarca cümlelerin karşılıklarını içeren bir sayfalık bir kağıt ve 2 günlük program hazırlamışlar. Haritaları tek tek katladık (Hüseyn, Kristina ve Endi) ve kullanıma hazır hale getirdik. Bir de herkes için isimlerinin bulunduğu bir yaka kartı hazırlamışlar. Akıllıca. 
Saat 7 gibi Türkler ve Macarlar yavaş yavaş dökülmeye başlamıştı. Macarlara Gül Baba türbesinin gezi planımıza dahil olup olmadığını sorduğumda orayı bilmediklerini söylediler. Haritalarla arasının çok iyi olduğunu düşündüğüm bir arkadaş hemen gitti Google Earth gibi bir yerden yerini buldu. Nerede olduğunu anladığını ve eğer istersek bizi oraya götürebileceğini söyledi. Sevindirik oldum. Oysa ki Gül Baba Türbesi'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın adına yapılan bir türbe olmadığını taa Türkiye'ye döndüğümde farkedecektim. Bu süre içerisinde tabi tüm Macar ve Türkler orayı bizim en meşhur sultanlarımızdan birinin mezarı olduğunu düşündüler. Her neyse, herkes toplaşınca, ve son olarak benim üniversiteden arkadaşlarım Ömer ve Doruk'un da gelmesiyle Endi de paraları toplamaya başladı (orada geçireceğimiz 2 gün için 60€ istemişlerdi). Parasını veren herkes haritasını, yaka kartını, şehir rehberini, kağıtlarını ve bir de Macar çikolatasını aldı. Her şey hazır olduktan sonra da akşam yemeği için gideceğimiz restorana doğru yola çıktık. 

Farklı Bir Yerde Farklı İnsanlarla Farklı Bir Akşam Yemeği 

Metro ile gideceğimiz yere ulaştık. Restoran kapısında bizi bekleyen bir grup daha arkadaş vardı. Buradakiler hatırladığım kadarıyla Özge, Melike, Murat, Ayşegül, Serhat, Zsofia idi. Restoran hafif yer altına doğru bir yerdeydi. Dekorasyonunu mahzen gibi yapmışlar. Çok da güzel bir restorandı. Burada bize geleneksel Macar yemekleri servis edeceklerini söylediler. Öncelikle beşamel soslu tavuk geldi. Yanında da bira veya şarap. Benim oturduğum masada Zsuszie, Attila, Tolga, Murat, Melike, Bence, Balazs, Ayşegül, Serhat vardı. Bizden başka 2 masa daha vardı. Yemek sırasında türlü sohbetler ve fotoğraf çekimleri oldu. Tavuktan sonra et(inek) geldi, yanında da patates köftesi. Biz onları tüketirken keman, gitar ve akordeondan oluşan bir çalgı ekibi gelip bize Macar şarkıları çaldı. Keman çalan amca çok tatlı idi, ikide bir bana göz kırptı, şarkıları bitince de nereden geldiniz diye sordu. Türkiye cevabını duyunca başladı "Üsküdar'a gider iken"i çalmaya =) Biz koptuk tabi. Meğer yurtdışında en bilinen şarkımız buymuş :) Ardından "Ah bir zengin olsam" ve birkaç şarkı daha çaldılar. Keyfimize keyif kattılar. Kimse de çıkarıp 5 kuruş vermedi, reziller. =) Yemekte tatlı olarak milföy hamuruna sarılmış vişne reçelimsi (ama reçelden daha koyu, marmelat gibi) bir tatlı geldi. Hepsini yiyemedim ama güzeldi. 

Yemek Sonrası Bar Krizi ve Eve Dönüş

Yemekten sonra bar gibi bir yere gittik; ancak hem giriş paralıydı hem de aşırı dandik bir yerdi. Bir başka barda denedik şansımızı. Orası da acaip kalabalıktı, zar zor yer bulup oturduk. Zaten ayrı gayrı kaldık, kim nereyi boş bulduysa oturdu. Bar oldukça büyüktü aslında, sanırım yaz günleri üstünü de açıyorlar. Duvarlarda projeksiyonlardan yansıyan anlamsız görüntüler gösteriliyordu. Bazı masalarda da nargile vardı =) Biralar kimdendi bilmiyorum ama, ortaya bir bira tepsisi Serhat tarafından getirildi, ben de payıma düşen bardağı aldım. :) Barda Macarlardan biraz Macarca öğrendim ve onlara Türkçe öğretme girişimlerim de  cevap verdi. En azından artık "Nasılsın", "İyiyim", "Ya sen", "Adın ne", "Benim adım Balazs", "Ya senin", "Teşekkür ederim" gibi cümlelerden haberdarlar. "Şerefe" yi zaten biliyorlarmış, çünkü çoğu 1 hafta önce GTG için İstanbul'dalarmış. Barda tuvalete gitmek durumunda kaldığımda çok acaip bir şey farkettim. Tuvalet alaturka idi =) "Nası yaa" diye kaldım, "bunların alafranga kullanıyor olmaları gerekmez miydi?" 

Saat 1 gibi benim ev sahibesi Kristina kalkma kararı aldı. İstersem onunla gelebileceğimi, daha fazla kalmak istersem de kalabileceğimi söyledi. Ertesi günün çok uzun ve yorucu bir gün olacağına kanaat getirdiğimden onunla gitmeye karar verdim. Bu arada Bence'nin evine konuk olacak olan 8 kişiden biri olan Özge, bizim evde fazladan bir yatak olduğunu duyunca bizimle gelme kararı aldı. Bardan çıkıp öncelikle yurt binasına geri döndük ve özgenin eşyalarını aldık. Sonrasında ise eve yürüdük. Macaristan sokakları tespitlerim sonucu gece güvenli. Saat 2 idi eve vardığımızda, sokaklarda pek kimse yoktu ve rahatsız etme potansiyeline sahip biri ile karşılaşmadık bile. Sanırım onlar da bu konuda çok rahatlar, çünkü yaklaşık yarım saat sürecek yolu gecenin köründe yürütmezdi heralde. Yani onlar Türkiye'ye geldiklerinde sabaha karşı bardan çıkınca nasıl bir manzarayla karşılaşacaklar Allah bilir.

Eve vardığımızda Özge için yere yatak serdik. Sonra dişlerimizi fırçalayıp pijamalarımızı giyinip yattık. Kristina'nın ev arkadaşı (kız olanlardan biri) de eve gelmiş ve odanın gardropla ayrılan diğer bölmesinde uyuyormuş. Litvanyalı olan zaten hiç evden çıkmamıştı akşam. Nedenini ise ertesi gün anlayacaktım. Macaristan'a vardığım ilk gün güzeldi, en azından beklediğimden kat kat iyiydi. Bu kadar sıcak bir ortamda bulunacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Sanki herkes birbirini çok önceden tanıyor gibiydi. Aynı zamanda İngilizcemin de yeterli olduğu kanaatine vardım ve merak, özgüven, heyecan, yorgunluk içerisinde buradaki ilk uykuma daldım...

9 Mart 2009 Pazartesi

Uyku...


Hayatımda tattığım en tatlı şeylerden biri de uyku olsa gerek. Cuma günlerini iple çekiyor ve ertesi günü nasıl olsa geç kalkabilirim diye cuma akşamının tadını çıkardıkça çıkarıyorum. Tabi cumartesi de 11den önce kalktığım söylenemez. Hal böyle olunca, uykuya bağlanıyor insan. Bazen onu en yakın arkadaşlarına, grup organizasyonlarına, mis gibi bir pazar kahvaltısına bile değişmiyor. Burada hangisi daha doğrudur tartışılır, ama şu da bir gerçek ki hayatımızdan önemli ölçüde zaman çalıyor.
Dün gece yurt dışı için (bu yurt dışı konusuna da daha sonraki yazılarımda değineceğim) hazırlamam gereken belgeleri hazırladım. Ama o kadar çok şey varmış ki, sabaha karşı 5.30'da anca bitirebildim. Hemen yattım (hemen ama, yastığa bi sarılışım vardı içiniz acırdı). 9da da kalkmak zorunda kaldım. Hala 3 buçuk saatlik uykuyla duruyorum. Akşam eve dönerken otobüste hissettim uykusuzluğumu, onun dışında gayet iyiyim. Aikidoma da gittim. Daha da dururum yani. Hem gerçekten insanların gelecekte uyumamaları için bazı formüller geliştirileceğine inanıyorum. Düşünsenize, önünüzde 24 saat var ve bu 24 saatin hepsini doya doya yaşayacaksınız. Uyuduğum zamanlarda kaybettiğim vakit kadar kaybetmedim hayatımda... Devlet bürolarındaki kuyruklarda bile!
Sözün özü, artık daha farklı bir hayat düzeni edinmek istiyorum. Şöyle günde sadece 4 -5 saat uyuyarak hayatımı idame ettirebilsem süper olur. Acaba başlasam alışır mı bünye? Alışsa çalışır mı, vaktini iyi değerlendirir mi yoksa boş işler yapmaya devam mı eder? Deneyelim, görelim.

8 Mart 2009 Pazar

Artık Yeter!


Herkesin bir patlama noktası vardır. Üzerinize son günlerde kitleler halinde gelen bunaltılardan çıldırabilir, sıyırabilir, saçlarınızı yolabilir hatta kafanızı oturup bir hamlede yiyebilirsiniz. Önemli olan soğukkanlılığı korumaktır, vesselam. Ben de öyle yaptım. Soğukkanlılıkla, üzerime üzerime gelen blog dalgalarını aşıp artık ben de bir blog açmaya karar verdim. Herkes blog açıyor yahu! Türkçe bilen bilmeyen, yazan yazamayan... Artık yeter, zamanı gelmişti... Sonunda sizi kırmızı halılarla bloğum "ilgisayar"da karşılayacağım. Ne demiş atalarımız, ilgi gösteren ilgi görür...Hadi bakalım.