Bu benim dünyam değildi!

:)

27 Şubat 2010 Cumartesi

Gezmek İstiyorum !

Şu sıralar hayatımın en öğretici internet sitelerinden birine sardım: www.purposegames.com
Bu sitede bilimden tarihe, spordan coğrafyaya her konu ile ilgili minik java oyunları ve quizleri bulabilmeniz mümkün. Ben daha çok coğrafya oyunlarında vakit geçiriyorum. Bu sayede Asya, Avrupa, Afrika, Amerika'daki ülkeleri ve başkentlerini öğrendim. Ayrıca dünya coğrafyası ile ilgili, benim öğretim hayatım boyunca hiç görmediğim kadar genel kültür bilgisi edindim. Sahi, biz en son lise 1'de coğrafya dersi gördük. Onda da dünyanın şekli, enlem boylam hesabı, muson rüzgarları, yokbilmemne akıntılarının yönü, yer yüzü şekilleri gibi bir sürü gereksiz bilgi edindik. Hiçbir hocamız bize kalkıp da dünya başkentleri ya da dünya coğrafyası ile ilgili tek konu anlatmadı. Buradan bir kez daha öğretim sistemimizi kınıyorum.
***
Neyse efendim, devam edecek olursak, artık dünya coğrafyası ile ilgili hatırı sayılır bir bilgiye sahibim. En azından hangi ülke nerede, onu biliyorum. Bu tür oyunlar, içimde bir türlü dizginleyemediğim gezme hevesimi de iyiden iyiye kamçılıyor. Örneğin Güney Amerika'nın ülkelerini bulurken, birkaçını Google'da görsellerde arattım. Mesela El Salvador... Mesela Jameika... Mesela Barbados...Mesela Porto Riko... Hatta sizin de benim resimlerde gördüğüm güzelliklere ortak olabilmeniz için birkaç resmi buraya da koyuyorum:

*El Salvador*

*Jameika*

*Barbados*

*Porto Riko*

Aynı zamanda hayatımda en çok gitmek istediğim yerlerden biri de Peru. Bilhassa Machu Pichu denilen, Inka kalıntılarının olduğu bölge... Öte yandan Lut Gölü , dünyanın en büyük 4. nehri Missisippi ve Tibet de gitmeyi istediğim yerler arasında.

*Machu Pichu - Peru*

*Lut Gölü*

*Misisipi Nehri*

*Tibet*

Bunlar, gitmek istediğim yerlerin çok az bir kısmı aslında...ama yine de en can alıcı olanları benim için. Hayat bana ne getirir bilmiyorum, nasıl, nerede, ne şartlar altında çalışacağım onu da bilmiyorum. Ömrüm ve param bu kadar gezmeye yetecek mi? İşte daha önceden de söylediğim gibi: Uğrunda yaşadığımız şeyler için zaman bulamamak, ertelemek, bir gün olur umuduyla yaşamaya devam etmek ne acı... Bu süre içerisinde geçen şeye zaman demiyorlar herhalde =)

Yoksa yaradanı mı arıyorum?

23 Şubat 2010 Salı

Kazanan Yalnızdır - Paulo Coelho

Paulo Coelho, küçüklüğümden beri en favori romancılarımdan biridir. Kitaplarının ayrı bir havası vardır, yarı mistik, yarı gerçek, yarı aşk, yarı din... Çoğunuzun, okumasa bile "Simyacı" adlı romanını bildiğinden eminim. Kendisine şöhreti getiren "Simyacı" romanının yanı sıra, "Veronika Ölmek İstiyor", "Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım", "Şeytan ve Genç Kadın", "Zâhir", onun okuduğum diğer kitapları arasında. Hepsinin de ayrı bir havası, ayrı bir yeri var bende.
Az önce söz konusu yazarın yeni kitabını bitirdim: Kazanan Yalnızdır. Çoğu romanının olduğu gibi bu roman da adını kitabın son sahnelerinden alıyor. Bu kez Coelho bizi Fransa'ya, Cannes Film festivaline ve oradaki ultra-lüks hayatlar yaşayan ya da yaşamak için can atan insanların dünyasına götürüyor. Hırs, para, bulunduğu konumu koruyabilmek için hayatlarını maddi şeylere kiralatan insanların yaşantıları gözler önüne seriliyor. Arap moda devi Hamid, başrol peşindeki Gabriela, manken olmak isteyen Jasmine, Rus telekominikasyon devi İgor, hayatının vakasını çözmeye çalışan dedektif Savoy ve enteresan bir şekilde kesişen yollar... Eski karısını geri döndürebilmek uğruna "dünyaları yok eden" psikopat katilin hayatı ve nedenleri... "Süpersınıf" hakkında bilmediğimiz acı gerçekler, kariyerlerini korumak pahasına düştükleri zavallı durumlar ve aslında hiç birinin gerçekten mutlu olmadığı, yüreklerinin sesine kulak vermeden sürekli daha iyi bir izlenim için çalıştıkları ve hayatlarını mahvedişleri başarılı bir dille anlatılmış. Zaten Paulo Coelho'nun dili bellidir. Romanları sanki hep birbirinin devamı gibidir, size aynı ilginç havayı yaşatır.
Kitabın son sayfalarında rastladığım ilginç saptamaya değinip, daha fazla spoiler vermeden bitirmek istiyorum :) Okumanız tavsiye edilir, güzel kitap.

"...Çocukluğumuzda, sonradan Protestan bir rahibin söylediğini öğrendiğim bir sözü ezberletmişlerdi. Şöyle bir şey demişti: 'Deniz bir tek kum taneciği yutmayagörsün, bütün bir Avrupa küçülür. Kuşkusuz, farkına bile varmayız. Belki yalnızca bir kum taneciğidir yok olan, ama o anda koca kıta ufalır."

22 Şubat 2010 Pazartesi

Binbirdirek Sarnıcı Kahve Festivali

Çoğunuzun bildiği, geri kalanınızın da şimdi öğreneceği gibi, ben bir kahve bağımlısıyım. Dün ne yaptım ettim, Emre'yi ve Tuğba'yı kahvenin cezbedici büyüsüne kaptırıp benimle birlikte bugün kahve festivaline gelmeleri için ikna ettim. Tuğba ayrıca Fulya adında bir arkadaşını daha getirmişti. Çok sevdim kız seni Fulya, sana da selam edeyim buradan =)
Festival, Sultanahmet'teki Binbirdirek Sarnıcı'nda idi. Mekana girer girmez kahvenin harikulade kokusu mu dersiniz, yoksa sarnıcın büyüleyici görüntüsü mü bilemem ama ben bir hoş oldum. :) Girer girmez fotoğrafçı arkadaşlar Tuğba ve Fulya makinelerine sarıldılar, ben ise ilk stanttan başlamak üzere kahveleri içmeye koyuldum. İlk denediğim kahve, kendilerini dünyanın en pahalı ve en nefis kahvesi olarak nitelendiren q-cup diye bir markaya ait, karamel aromalı bir kahveydi. Kahve iyi olmasına iyiydi, ama ilginç olan sunuş şekliydi. Bardaklar halinde satılan kahve, her bardağın tabanında bir folyo ile korunmuş halde bulunuyor. Tek yapmanız gereken, bardağın tabanındaki folyoyu kaldırmak ve eşsiz kahve ile sıcak suyu buluşturmak. Özelikle iş yerleri için pratik.

Festivalde başka neler yoktu ki... Kahve aromalı birası ile Efes Dark Brown, likörü ile HARE bile stantlarda yerlerini almıştı. Tabi biz de nasiplendik. :) Ayrıca kahve ile yüzyılın aşkını yaşayan çikolata da oradaydı. Yine de benim için en unutulmaz tat, damla sakızlı kuru kahvesiyle Alaçatı Dibek fincan kahvesi idi. Damla sakızlı olmasının yanı sıra, onu diğer Türk kahvesi çeşitlerinden ayıran özelliği, hazırlanışıydı. Efendim bu fincan kahvesi dediğimiz olay, cezvede değil, kendi fincanında pişiyor. Yani bildiğiniz Türk kahvesi fincanını alıyorsunuz, içine tek kişilik kahvenizi şekerinizi koyuyorsunuz, sonra o fincanı ocağa oturtuyorsunuz. Yani kahve, fincanının içinde pişiyor. Köpüklü mü köpüklü, nefis mi nefis... Sıcacık fincan hiç soğumuyor, dolayısıyla kahveniz tadını kaybetmiyor. Yine de fincanlarınızın sağlığı açısından evde denemeyin derim. =)

Tarihi mekanın güzelliği sayesinde inanılmaz fotoğraf kareleri yakaladık. Tuğba'nın ve Fulya'nın profesyonel kameraları yine iş başındaydı. =) Hele ki sarnıcın içinde bir köşeye bar kurmuşlar, ışıkları o kadar güzeldi ki, çektiğimiz fotoğrafların hepsi muhteşem oldu. Şu Binbirdirek Sarnıcı'na bundan sonra daha sık gideceğim sanırım. Çok güzel, çok enteresan bir mekan. Işıklandırma müthiş.
Festival çıkışı Sultanahmet civarında biraz daha fotoğraf çektikten sonra, yapılabilecek en mantıklı şeylerden birini yaptık ve bir Sultanahmet Köftecisi'ne girdik. Ardından sırayı Gülhane Parkı'nda kısa bir yürüyüş ve benim "pug nose" cinsi, buldok çakması bir köpeğe aşık olmam izledi. Gülhane Parkı'ndan da çıktıktan sonra Sultanahmet'te bir nargilecide oturduk; fakat sabahtan beri İstanbul semalarında beklenen yağmur bulutları havayı bozunca erken kalkmak zorunda kaldık.

Kan damarlarımda su yüzdesinden çok kafein yüzdesi olması beni hat safhada mutlu ediyor sanırım... Kahve içsem... Hep içsem... Hiç mutsuz olmazmışım gibi geliyor =) Son söz olarak benimle bugünü paylaşan çok sevgili insanlara bir kez daha teşekkürlerimi iletirken, gelmeyi reddeden arkadaşlarımı kınıyor, gelmek isteyip de gelemeyen arkadaşlarım için üzülüyor, gelip de benle takılmayan arkadaşlarımı siliyorum :D ama yine de hepinizi sevgiyle kucaklıyorum...

NOT: Millet meğer üzerinde telefon numarası bulunan kağıtçıklar hazırlayıp cebinde taşıyormuş ve tramvayda, otobüste, orda burda gördüğü kızlara bu kağıtları çaktırmadan atıyormuş da haberimiz yokmuş... Abazalık ne boyutlara geldi Ya Rabbi...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Yıllar Sonra Nişantaşı

Nişantaşı'na en son gitmem, sanırım ben 10-12 yaşlarındayken annemle olmuştu. Yıllar sonra tekrar, 22 yaşında ve yine annemle gittim =) Ne kadar çok şey değişmiş, ne kadar çeşitli mağaza ve restoranlar açılmış... Eski gittiğimde pek sevmemiştim açıkçası; fakat bu sefer gidilesi buldum. Burada asıl komik olan Nişantaşı'na yıllar sonra gidişim değil aslında, bu gidişimin öyküsü:
Günlerden cuma sabahı, yani dün. Her zamanki gibi gece geç yatılmış ve sabah kalkma problemi yaşanmış. Saat 10 gibi Ays ve Süm'le evden çıkarak, şu meşhur "diplomatik yazışmalar" dersine gidiyorum (ilk hafta olduğundan bir gideyim dedim, ne var ne yok). Hoca gelmiyor ve yaklaşık 30 dakikalık beklemenin ardından hafiften kendime söverek iktisat kantinine, Ays'ımın yanına iniyorum. Sabah kahvemi içip, yavaştan evin yolunu tutayım diyorum (yani Ataköy'ün). Bu esnada annemi arıyorum, bana Şivezat teyze ile (annemin kankası) Nişantaşı'na gideceklerini, onlarla Taksim'de buluşmamı söylüyor. Amma ve lakin bende bir haller var. Sabah evden çıkmadan önce içtiğim 2 büyük bardak su ve iktisatta içtiğim kahve, idrar torbamı çok feci zorlamakta. Üstüne üstlük sırtımda laptop, elimde eşyalarım da ayrı bir yük. Dışarıda wcye girme fobim olduğundan, anneme asıl onun beni Bakırköy'de bürosunda beklemesini, geleceğimi ve sonra hep birlikte Nişantaşı'na gideceğimizi söylüyorum. Sırf tuvalete girebilmek için Beşiktaş'tan Bakırköy'e, sonra işimi hallettikten sonra annem ve Şive teyzeyle korsan taksi tutup Nişantaşı'na gidiyorum.
***
Bu arada, ilk etek-ceket takım elbisemi aldım :) Hem seminer sunumlarında, hem proje sunumlarında gerekli olacaktı yakın tarihte. Çok sevimli, bebe yaka gibi bişi =)
***
Bugün de tüm günümü pirelenerek, kitap okuyarak ve ananemlerde uyuyarak geçirdim... Gece uyku tutmaz heralde artık. Aklıma bir şeyler takılırsa yazarım yine, siz takipte kalın ;) Yarın da Sultanahmet Binbirdirek Sarnıcı'ndaki "Kahve Festivali"ne gidiyoruz Emre, Hatice ve Tuğba ile =) Benim gibi bir kahve bağımlısı için kaçırılmaz bir fırsat. Kafeinin kan damarlarımda su oranından daha yüksek bir yüzdeye çıkacağı saatleri iple çekiyorum. İlgilenenler için link aşağıda. Sevgiyle kalın...
http://www.turkiyeturizm.com/news_detail.php?id=25786

17 Şubat 2010 Çarşamba

Yeni (ve umarım son) Dönemim Hayırlı Olsun!

Evet sevgili okuyucular...Pazartesi itibariyle sevgili üniversitemde yeni bir öğretim dönemi başlamış bulunmakta. Hadi bakalım diyor ve bu dönemin benim için lisansta son dönem olmasını ümit ediyorum.
Bugün kafamı bozan olay, serbest seçimlik dersler! Yani üniversite hayatım boyunca en saçma gelen şey budur herhalde. Kendi bölümünüz dışında diğer herhangi bir bölümden 3 kredilik bir ders almak zorundasınız mezun olmak için. Ara da bul kendi programına uygun 3 kredilik geçilmesi kolay bir ders! Biz gittik, iletişim tasarım bölümünden "3B animasyon" diye bir ders aldık. Az çok kafamız basar, nasıl olsa 0 kredi, öyle veya böyle geçeriz diye...Bugün gittik ders saatinde hocası ile konuşmaya, iletişim tasarım bölümünden bize resmen "dersi bırakın yoksa biz sizi bırakırız" dediler... Ardından biz de başka bir ders aramaya koyulduk; fakat ne çare! Doğal olarak her ders kendi bölümüne munhasır... En sonunda zar zor siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünden "diplomatik yazışmalar" diye bir ders aldık. Alakaya bak! Şimdi ben bu dersi geçemezsem bilgisayar mühendisliği bölümünden mezun olamıyorum. Böyle saçma şey olabilir mi ya... Hayır neden yani, neden?!!
Neyse efendim, yine bir yazımızda okuyucuya dert yandıktan sonra kafamızdakileri aktarmaya geçebiliriz. Ne var bu sıralar kafamda? Tabi ki bitirme projesi için çarpıcı bir konu bulma ve seminer dersinin seminerini bu kez erkenden yapıp, bitirip, bu ders için tüm dönem huzura erme... Bu hafta sonuna kadar mutlaka ve mutlaka bir konu bulup bitirme projesine adım atmalıyız. Öte yandan haftasonuna kadar seminerle ilgili gerekli ve yeterli bilgiyi bulup raporunu yazmaya başlamayı düşünüyorum. Allah yardımcım olsun.
Şu stresli dönemdeki en büyük motivasyon kaynağım, yazın yapacağım harikulade tatilin hayalleri sanıyorum... Bu konudan da ayrıntılı olarak bahsedeceğim; fakat şimdilik çok erken ve nazar değmesinden korkuyorum :) İyi akşamlar diliyorum efendim...

14 Şubat 2010 Pazar

Kült Rüyalar

Herkesin küçüklüğünden beri gördüğü, artık klasikleşmiş rüya tipleri vardır. Ben bunlara "kült rüyalar" diyorum. Hatta sizin için, popülaritelerine göre bir "Top 10" listesi bile oluşturdum. Gelin bakalım, neymiş efendim listemiz:

10. Yolda giderken ayağı taşa takılıp tepe taklak olmak (bilhassa tam uykuya dalacakken, o uyku ile uyanıklık arasındaki ince çizgide)
9. Uçurumdan düşmek (aynen)
8. Yüzmek
7. Uçmak
6. Okula, işe ya da bir görüşmeye gitmesi gerekirken bir türlü gidememek ve geç kalmak
5. Rüyada rüya gördüğünü görmek (infinite loop)
4. Avazı çıktığı kadar bağırmak isterken hiç sesin çıkmaması
3. Aniden kalabalık içinde çırılçıplak olduğunu farketmek
2. Okula/işe pijama ile gitmek
1. Çok çişi geldiği halde ya tuvalet bulamamak, ya bulup yapamamak, ya da tam yapacakken içeri birilerinin girip çıkması (bu da gerçekte tuvaletinizin geldiği ve uyanamadığınız zamanlarda oluyor)

Hepinizin bu rüyaları görmüş olduğuna eminim. Hatta bir arkadaşınız "Ya dün rüyamda rüya gördüğümü görüyodum. Uyanıyodum rüyamda böyle ama o da rüyaymış meğer" diye gelip size anlatsa, sizin de şu tepkiyi vermenizi beklerim "Aaa evet bana da oluyo o bazen". İlginç şeyler tabi. Üstelik dünyada her cinsten, her ırktan insanın aynı tip rüyalar gördüğüne de eminim. Çok komik ama bir yandan da. Hatta örneğin rüyada bağıramadığını görme sıklığına göre psikolojik sıkıntı ve bunalım oranınız bile hesaplanabiliyor. Aslında bu tür rüyaların psikolojide de yeri vardır bence. Araştırmak lazım tabi. Benim sadece yatarken aklıma geldi, uyku da tutmamıştı zaten, kalkıp yazayım dedim :) Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum. Gudnayt efenim.

9 Şubat 2010 Salı

Senden Nefret Ediyorum USIS !

Ediyorum evet! 1 saattir F5'e basmaktan parmağım uyuştu ve login ekranını bile 2 kerecik görebildim sadece. Üstelik bu USIS gecesinin son USIS gecem olması da sinirimi yatıştırmıyor, çünkü seçmem gereken derslerden birini kapasitesi hemen dolduğundan, diğerini ise ders kodunun yanlış verilmiş olmasından dolayı seçemedim. Ya nasıl insanlarsınız kardeşim, 20 dakikada tüm kontenjanlar nasıl dolar ya! USIS sen de bana hiç eşitlikten söz etme tamam mı! Hep aynı kişilere hizmet sağla, bize gelince "sayfa görüntülenemiyor"...
Asabiyim, sinirliyim, ateş püskürüyorum! Bugün yazacağım güzel yazılarım için tüm hevesimi ve ilhamımı yitirmiş bulunmaktayım. Yarın sabah erken kalkıp ÜDS başvurusu için Yıldız'da olmam gerekiyor. Bu arada dışarda çok soğuk bir hava var, hatta kar yağışlı. Bakalım nasıl gideceğiz... İyi geceler efendim.

8 Şubat 2010 Pazartesi

...

Yine gecenin bir körü ve buradayım. Hafif aralık penceremde dışarıdan beni izleyen kediciğimin patileri içeriyi yokluyor. Onu biraz sevip yollamaktan başka çarem yok. Perdeyi aralık bıraksam, sabaha kadar gitmez, benimle birlikte -o camın diğer tarafında olmak suretiyle- oturur. Camın farklı taraflarından aynı ekrana bakarız bir süre. Ben, bu saatte ilham perilerimin gelmesi için boş boş bakıyor olurum, o ise sırf ben baktığım için o yöne doğru içgüdüsel olarak bakar, ama yaptıklarımı asla anlamlandıramaz.
Sanırım bu kez cidden ertesi günden korkuyorum. Hoş, ertesi gün dediğimiz şey, teorik olarak şu an içinde bulunduğumuz tarihe denk düşüyor. Biz ne kadar istesek de istemesek de, bir şeyler devinim halinde ve değişiyor. Bunu akrep ve yelkovanla sınırlandırmak yanlış. İnsan eli yapımı saatler nasıl insanı sınırlandırabilir ki? Tam bu noktada şu soruyu sormalıyım galiba: Zaman var mı? Hatta zaman ne? Saatten ibaret olmadığı çok açık. Bir ağacın yapraklarını döküşünden tekrar yeşerinceye kadar geçen olaylar daha mantıklı bir açıklama değil mi? Ya da bir nefes alışımızdan bir dahaki nefes alışımıza kadar olagelen şey/şeyler? Cümleler bile insan yapımı... Bu yüzden tanımlayamıyorum zamanı, her defasında yetersiz kalıyorum düşüncelerimde. Sonsuzluk kavramı gibi bir şey işte.
Ben yine 1 güncük daha boş insan olayım. Vaktimi sadece harcayayım, bir karşılık almadan. Sonra bakarız bir çaresine. 1 gün bitsin ve sonra 1 yıl daha yaşamaya kaldığım yerden devam edeyim. Bakalım ne kadar gidecek bu böyle... Aynı anda olmak istediğim o kadar çok yer var ki...En çok da senin yanında olmak istiyorum canım babacığım... Ruhun şad olsun...