Bu benim dünyam değildi!

:)

27 Ekim 2009 Salı

Biz Bunları Yaşamayı Hak Ediyor muyuz?

Akşam yorgun argın gelmişim üniversiteden, ananemlerde yemek yedik, akşam haberlerini izliyoruz. Konu, Türkiye'ye gelen (sözde teslim olan) teröristler. DTP otobüsünün üzerine çıkmışlar, hem de formaları(!) ile, halkı(!!) selamlıyorlar. Alkışlar, tezahüratlar gırla. DTP partizanları "kahramanlarını" el üstünde tutuyor. Sadece DTP mi? Bizim hükümetin de DTP'nin yaptıklarından aşağı kalır bir yanı yok. Bu bölücülere, bebek katillerine, Türk düşmanlarına kucak açarak, yüzyılın en büyük "açılımını" (!!!) gerçekleştiriyor...

Öte yandan, yürekleri dağlanmış şehit aileleri. Gariban, yılların ve yaşanmışlıkların verdiği
acılarla, yaşarken bir kez daha ölüyorlar. Evlatlarını kaybetmenin ardından, "Bir kez daha öldük, acımız katmerlendi" diyor bir şehit annesi, elinde şehit oğlunun resmi ile. Hükümetin aldığı kararlar karşısında çaresizler. Toplanmış, TBMM'de konuyu görüşmek için MHP ve CHP'den randevu almışlar. Ellerinde Türk bayrakları ve şehit oğullarının resimleri (kiminin elinde 1, kiminin elinde birden fazla resim), randevu saati yaklaşırken meclis binasına doğru yürüyorlar. Fakat o da ne! Meclis binasının daha bahçe kapısından girerken, ellerinde gururla salladıkları Türk bayraklarına el konuluyor! Neymiş efendim, meclise bu bayrakları sokamazlarmış! Türkiye'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Türk bayrağı sokmak yasak! Ben hayatımda böyle saçma bir şeye daha şahit olmadım. Şehit aileleri o an şok oluyorlar olmasına, ama çaresiz, meclise girerken kapıda bir bir bırakıyorlar ellerindeki Türk bayraklarını. Görüşülecek kişilerle görüşülüyor, şikayetler, sitemler bir bir dile getiriliyor. Hatta onların acılarını dinleyen bazı bakanların bile gözleri doluyor.

Sokaklarda da şehit ailelerinin ızdıraplarını dile getirişleri yankılanıyor. Kimi, oğullarının ardından bu devletin kendilerine sağladığı imkanları artık istemiyor. Bir şehit yakını, devletin kendisine verdiği protez bacağını herkesin gözü önünde kırıyor. Bu hükümete lanet okuyorlar. Bir hiç uğruna oğullarını toprağa verme hissi, onların acılarına acı katıyor. Sanki bu devlet, şehitlerini değil, şehitlerini öldüren teröristleri tutuyor.

Mahkemede bir terörist, sanık koltuğunda savunmasını yapıyor (hala neyi savunuyorsa). Bölücü elebaşı abdullah öcalandan bahsederken "sayın" sıfatını kullanıyor, Türk mahkemesinde. Savcı uyarıyor, "sayın" kullanma diye; fakat o bile nafile. Sanık kullanmaya devam ediyor, ve hiçbir şey olmuyor. Büyük Türk Mahkemeleri, "sayın abdullah öcalan" kelimeleri ile inliyor.

İnanın, şu kareleri izlerken kahroldum. Şehit ailelerinin gözyaşlarına mı yanayım, teröristlerin zevkten dört köşe olmalarına mı... Ne yalan söyleyeyim, açılım açılım ayağına bile olsa, bu kadarını beklemezdim. Halk kan ağlıyor. Herkes durumdan şikayetçi. Yine de yaşanıyor işte tüm bunlar. Hak ediyor muyuz? Biz bir gece daha rahat uyuyabilelim diye sınırlarda nöbet bekleyen, dağlarda teröristlerle çatışan, kimi zaman kahpe kurşunlara isabet olan, kimi zaman bombalı suikastlere kurban giden kınalı kuzularımız, askerlerimiz bunları hak ediyor mu?

Dilim damağım küfür etmekten kurumuş durumda. Tabi ki lanet okumak, küfür etmek bir çözüm değil. Keşke diyorum, keşke şehit ailelerinin yanında o gün ben de olsaydım. Ben de yürüseydim onlarla, acılarına daha yakından ortak olsaydım... Elimiz kolumuz bağlanmış durumda. En basitinden cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bile kaç yılda bir yapılması gerektiği halka sorulurken, millet bu kadar gereksiz bir mevzu yüzünden kalkıp sandık başlarına yollanırken, asıl halka sorulması gereken sorular sorulmuyor, onları cevaplayanlar belli. Ne kadar boş gündemlerle halk meşgul ediliyor, öte yandan asıl konuşulması gereken mevzular alttan alttan tıkır tıkır "hallediliyor".

Hala kaç kişi destekliyor açılımı? Hala kaç kişi "Evet, doğru yoldayız" diyebiliyor? Yok efendim neymiş, açılımmış. Bu kadar fazla açan ne olur, söylememe gerek yok herhalde.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Diş ağrısı ile ilgili gerçekler


"Allah'ım, bu çürükleri neden yarattın?" diye sormuşumdur hep küçükken. Sonra tabi bilimsel gerçeklerle karşılaşınca, çürüme olgusunun son derece biyolojik ve doğal bir olay olduğunu kabullendim.

Yaklaşık 1-2 haftadır sol üst dişimde hafif bir ağrı var. Ağrının derecesi son 2 gün itibariyle beynim, kulağım, dilim, üst çenem, alt çenem ve boğazımı kapsamak suretiyle artmış bulunmakta. Dişçiye tabi ki gittim. Öncelikle iltihabı gidermek için 1 antibiyotik 1 de ağrı kesici verdi. Amma ve lakin, bana bunlar fayda etmedi ve işkencenin doruğunda, bugün, tekrar dişçiye gittim ve kanal tedavimi oldum.

Dişçimiz Allah'tan çok iyi biri ve çok da samimi aile dostumuz. Sağolsun, dişçilerle ilgili tüm fobileri insanın aklından alır kendileri. Bu açıdan dişçiden korktuğum söylenemez. Çektiğim ağrıların şiddetini bir ben bilirim. "Kızım, bu dişini çekmemiz gerek" dese kabulümdü, yalan yok. Neyse ki 1 uyuşturucu iğne ile kanal tedavisi şeklinde vücut bulan olaylar sonucu şu anda biraz daha rahatım. 1 hafta sonra tekrar bir randevum var. Bakalım düzelecek miyim? ...

Onu bunu bilmem ama, blogumdan şöyle bir anons yapmak istiyorum: Dişlerinize iyi bakın! Hoş, ben sabah akşam sürekli dişlerini fırçalayan biri olarak, her daim dişçide geçirmekteyim vaktimi; ancak bu benim genetik yapımla ilgili olsa gerek. Bir de bakmasam bu yaşta takma damak takacağım herhalde.

Unutmayın, günde en az 2 kere dişlerinizi fırçalayın. Ahan da buradan size abla nasihati. Hepinizi kucaklıyorum.

25 Ekim 2009 Pazar

Sicim Teorisi ve Paralel Evrenler

Efendim, biliyorsunuz ki blogumuzun teması genel olarak "zaman" ve bunu nasıl geçirdiğimiz. Bazen durdurmak, bazen geri sarmak, bazen de taaa ilerilere bir yerlere ilerletmek istiyoruz. Şimdi size, belki de daha önce hiç aklınıza gelmeyen ilginç bir teoriden bahsedeceğim.

Bir anlığına tarih diye bir şeyin varlığını tamamen unutun ve kendiniz dahil tüm evreni henüz oluşmamış hayal edin. Her şey sıfır. Bir anda her şey aynı anda yaratılıyor. Siz, sizin anneniz ve babanız, dedeleriniz, atalarınız, Napolyon, Fatih Sultan Mehmet, Mete Han, Lao Tzu, taa Adem ve Havva'ya kadar uzanan tüm insanlık, tüm tarih, aynı anda yaratıldı ve aynı anda yaşanmaya başladı bu tüm olaylar. Sadece yer aldıkları evrenler (veya boyutlar) farklı olduğundan dolayı birbirlerini etkileyemediler ve birbirlerini farkedemediler. Örneğin şu anda ölmüş insanlar aslında hala yaşıyorlar, sadece farklı bir evrendeler, ve yine aynı şekilde, henüz doğmamış insanlar da aynı anda başka yerlerde yaşamaktalar.
Bu açıdan bakıldığında, aslında çok adil bir evrende yaşadığımızı söyleyebiliriz. Zaman denilen şey herkes için aynı işlediğinden ötürü, tüm şartlar herkes için eşit diyebiliriz. Herkes için aynı anda start verildi ve herkes aynı koşu yolunda koşmakta. Kulvarların farklı olması da, koşulan yolu değiştirmiyor. Tabi bütün bu olaylara diğerlerinin gözünden bakmak yararsız olur. Kendimizi düşünecek olursak, doğduk, yaşımız ilerliyor, büyüyoruz, yaşlanacağız ve bir gün öleceğiz. Fakat sizce insan öldüğünün farkına varır mı? Hayat denilen şey yine de bir şekilde bizim için devam edecekse eğer, aslında biz sonsuza kadar yaşayacağız demektir. Doğduğumuz noktayı referans aldığımızda en azından her şeyin başladığı bir tarih var diyebiliriz, ama önceden yaşamadığımızı ispatlayacak bir delil de malesef elimizde yok. Başka bir boyutta aslında yine de vardık belki, ve şu anda 3. boyuta geldik, belki ilerleyip gideceğiz. Tabi burada bilinç, kafa karıştıran en önemli etkenlerden.

Bu konudan neden mi bahsediyorum? Dün gece yatmadan önce çok ilginç bir BBC World belgeseli izledim, Paralel Evrenler ve Sicim Teorisi ile ilgili. Sonlara doğru geliştirilen bir de "M Teorisi" diye bir şey var ki, olayları iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor normal bir insan için :) Buyrun, meraklı olanlar buradan izleyebilirler belgeseli:
http://video.google.com/videoplay?docid=601546985137472922&ei=aWWmSo7MLoeu2wKuh8DqBA&q=paralel+evrenler#

Belgesel 45 dakikalık. Ben yatmak üzereyken başladım, sadece birkaç dakika izleyip gerisini ertesi güne bırakmak için, fakat tamamını izlemekten kendimi alamadım.



Benim burada bahsettiğim aslında pek de bu belgeselin özeti sayılmaz. Belgeselde çok daha matematiksel ve farklı yollardan daha ilginç şeyler anlatılmakta. Ben sadece arkadaşlarımla konuştuğum bir takım şeyleri burada özetlemek istedim. Konu hakkında eleştiri yapmak size kalmış. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Yeniden Seul ve zamana dur diyebilmeyi istemek...

"Kardeşim, mal mısın sen, Seul'de o kadar kaldın, oradayken yazsana şu anılarını sıcağı sıcağına! Her yazının sonunda söz veriyorsun yazacam yazacam diye, sonra fıs... Fesuphanallah..."

İşte aylardır kendime söyleyip durduğum cümleler bunlardan ibaret. Yani salaklık tabi, blogu olup da yazmamak. Sanırım hala blog felsefesini hayatıma oturtabilmiş değilim. Her seferinde "tamam abi, bu sefer yazıcam hep, söz!" "hadi ordan be!" demek lazım böylelerine...

Kendime kendi blogumda bu kadar sövdüğüm yeter sanırım. Hadi biraz Seul'den bahsedeyim sizlere.

Kendi ülkem dışında başka bir ülkeyi bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi inanın. Hele bir de orada yaşadığım süre içinde bunun farkında olmak gibi ilginç bir ruh hali içerisindeydim ki, özümü reddettiğim hissine falan kapıldım bir süre. He bir de ülkeme aşık geçinirdim. Ne oldu, nasıl oldu bilemedim, ama çok sevdim seni be Kore...

Nasıl diyeyim, Avrupa'nın soğukluğu, insanlarının kendilerini büyük görmeleri, Amerika'nın sözde özgürlükçü ama bilgisiz halkı, her durumda bu ülkelerde gördüğünüz 2. sınıf insan muamelesi, hiçbiri ama hiçbiri bu ülkede yok. Son derece mütevazi ve sıcak kanlı insanlar. Gitmeden önce aramızda ne kadar fark vardır kim bilir, ne değişik kültür, ne değişik tattır, nasıl alışacağım, bu kadar süre nasıl kalacağım şeklinde sıralanmış endişelerimin tek bir tanesi bile yerinde değilmiş, bunu anladım. Şu anda kendimi feci Kore partizanı gibi hissettim, ama sakın o şekilde anlaşılmasın. Sadece burada vurgulamak istediğim, insanları kendinize yakın hissedeceğiniz ve fazla vatan hasreti çekmeyeceğiniz. Tabi bunda 50 yıl önce Kore Savaşı'nda Kore'ye yaptığımız askeri yardımların büyük etkisi var.
Kore Savaşı demişken, Kore'de kaldığım süre içerisinde en çok üzüldüğüm şey, Türk şehitliğine gidememekti. Busan şehrindeydi bu şehitlik ve Seul'e 7-8 saatlik uzaklıktaydı. Neyse napalım, bir dahaki sefere dedik (bu arada bir daha gideceğimin mesajını veriyorum alttan alttan he, bilin yani =) ) Bu arada Korece ismim bile oldu: Malça :D

Bir önceki yazımda, şirketle içmeye gittiğimiz günlerden bahsetmişim. Bu günlerden ilki, anlattığım gibi Geena'nın güle güle partisiydi. Bir diğeri ise yine şirketten arkadaşımız Chris içindi. O da şirket tarafından 1 seneliğine Çin'e gönderildi. Ona da güle güle partisi yaptık, ama bu ilkinden daha eğlenceliydi, çünkü birbirimize daha çok alışmıştık. Yine yemeğe gittik, bu kez tavuk değil dana eti, hem de sac üzerinde masalarda kendimiz pişirdik, ve ardından karaoke... Bu sefer tavuğu karaokeden sonraya sakladık. Karaoke çıkışı o saatte bir de tavuk-bira yaptık ki, benim bittiğim an o an oldu sanırım. Taksiyle geldiğim odamda yatağıma uzandığım an çok feci bir baş dönmesi suretiyle kusma olayı cereyan etti. Allah'tan tuvaletin yolunu buldum (kendisi yatağımdan 3 adım uzaklıkta olduğundan problem olmadı yani :) ). Ertesi sabah tabi bende yine bir gece önceden kalma baş dönmesi ve mide bulantısı, fakat millet fitil gibi maşallah... Her akşam da içseler yine ertesi sabah saatinde masalarının başındalar. İşte en sevdiğim özelliklerinden biri de bu adamların.
Bu geceden başka da birçok kez çıktık şirketle. Bir önceki yazımda henüz 6.5 hafta olmuş, ama şimdi 12 haftayı tamamlayan biri olarak diyebilirim ki 3 kereden fazlaydı :D Bir sefer sevgili CEO'muz Sun Joo Lee şirket gençliğini yemeğe çıkardı (Bulgogi yemeye). Ardından biz gençler tabi yine karaokeye (bu arada karaoke Japonca, bunun Korecesi Norepang). Bir diğeri, şirketteki bir başka departman bizi yemeğe davet etti. O gece de yerde oturmak suretiyle bir lokantada deniz mahsüllü ve kimçili omlet yedik ve magkoli (bahsettiğim pirinçten yapılan içki) içtik. Bunun dışında böyle toplu olarak gittiğimiz son parti benim güle güle partimdi. Çok güzel bir geceydi açıkçası... Şirketteki son haftamda, çarşamba günü hep birlikte çıktık. Benim isteğim üzerine tavuk-bira birlikteliğini tatmaya, ardından da karaoke yapmaya gittik. Yemekte bana şirketten çok güzel bir masa saati verdiler. Üzeri sedef ejderha işlemeleri ile süslü, aşık olduğum bir saat. Geldim İstanbul'da odamda masama koydum ve hala Kore saatine göre ayarlı... Karaokede ise bayağı bir eğlendik. Eğlenceye sonradan katılan sevgili Douglas, bana, üzerinde Korece "Malça" ve "Seoul" yazan sarı ve pek sevimli bir tişört hediye etti. Gecenin geri kalan kısmını bu tişörtle tamamladım. Ardından aynı şahsiyetin arabasıyla, ben, Wisam, Alex, JP Choi ve Douglas, Han Nehri kıyısında ultra lüks bir restoranda lüks şarap içmeye gittik :)) Çok romantik bir mekandı.














Kore'deki son günümü ise alışveriş yaparak geçirdim. Bavullarım zaten yeteri kadar ağır olduğundan fazla ağır ve çok şey alamadım. Genelde ufak tefek hediyelikler... Bir daha yurtdışına gittiğimde 2 pantolon 3 tişörtten fazlasını alan böyle olsun. Zaten havaalanında 3 kilo fazlanın bile hesabını yaptılar. Ama ben Allah'tan bavullarımdan birini Asım abi ile bir önceki gün İstanbul'a yollamıştım (Asım abi de aikidodan arkadaşım, ve ben oradayken aikido çalışmaya Kore'ye geldi).
İşte böyle... Kısa ama öz oldu biraz... Daha detaylı bilgi almak isteyenleri, facebooktaki Kore albümlerime davet ediyorum. Bizzat bana danışaraktan da bilgi ve resim alabilirsiniz. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.