Bu benim dünyam değildi!

:)

17 Aralık 2009 Perşembe

12.12.2009 "Birlikte Yaşama Kültürü" Konulu Sempozyum

Geçen haftasonu ilginç bir sempozyuma katıldım. Sosyoloji hocamın verdiği davetiye ile 12 Aralık Cumartesi sabahı 10 surlarında, Sivas Platformu'nun düzenlediği, "Birlikte Yaşama Kültürü" konulu ve Dedeman Oteli'nde yapılan "2. Ulusal Sivas Sempozyumu"na gittim.

İlk oturum saat 10.30 gibi başladı. Konuşmacılar, Prof. Dr. İlyas Dökmetaş (Oturum başkanı ve Cumhuriyet Ünv. Rektörü), Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı (Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, İstanbul İl Müftüsü), Prof. Dr. İzzettin Doğan (Galatasaray Ünv. Hukuk Fakültesi E. Öğretim Üyesi, Cem Vakfı Genel Başkanı), Doç. Dr. Pervin Somer (Kadir Has Ünv. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi) ve Dr. Cezmi Bayram (Türk Ocakları İstanbul Şube Başkanı) idi. Cumhuriyet Ünv. Rektörü İlyas Dökmetaş, öncelikle sempozyumun konusundan bahsedip genel bir değerlendirmenin ardından sözü Mustafa Çağrıcı'ya verdi. Her konuşmacı 20 dakika ile sınırlı idi. İstanbul İl Müftüsü, daha çok dinî ayrımlar ve insan olabilmenin üzerinde durdu. Neticede hiçbirimizin diğerine iman gücü hariç Allah katında üstünlüğünün olmadığından ve karşılıklı hoşgörüden bahsetti. "Toplumları bir arada tutan ve toplumlar arası saygıyı kuran en önemli dinamik dindir" diyerek dinin bir toplumdaki yerini vurguladı. Hemen ardından söz Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan'ındı. O da daha çok Türkiye'de Alevîlere nasıl bakıldığı ve Alevîlerin Türk toplumundaki yeri üzerinde durdu ve Mustafa Çağrıcı'ya "Siz ilahiyat profesörü ve il müftüsüsünüz, hiç bir kerecik olsun merak edip de Cem Evi'ne gittiniz mi? Cevabı ben vereyi, tabi ki hayır!" şeklinde bir atış yaptı. Konuşması bence biraz sertti, neticede hoşgörü ve saygıdan bahsediliyordu; fakat İzzettin Bey kendisini konuşmasının şiddetine o kadar çok kaptırdı ki, biraz ölçüyü kaçırdı. İzzettin Doğan'ın ardından cevap hakkı doğduğu için söz tekrar Mustafa Çağrıcı'ya verildi, ve çok takdir ettiğim o cevabını verdi:"Cem evlerine tabi ki gittim, hem de bir çok kez. Çok da fazla dostum arkadaşım vardır ve zaman zaman gideriz" dedi. İzzettin Bey'in bu cevaptan sonra biraz utanmış olabileceğini tahmin etmekteyim. 3. konuşmacı olan Pervin Somer, son derece yumuşak ve güzel ses tonuyla hümanist bir bakış açısıyla toplumsallıktan bahsetti. Pervin Hanım'ın konuşmasından aldığım notlar şöyle:
- Mozaik Kavramı: Toplumumuzda yıllardır süre gelen "kültür mozaiği" betimlemesinde bir takım ters durumlardan söz etmek mümkündür. Mozaik kırılgandır, bir bütünden ziyade parça parçalığı ifade eder. Halbuki "Türk toplumu kültür mozaiğidir" derken birçok kültürün bu topraklarda harmanlanıp bir uyum içinde yaşadığını ifade etmek isteriz. Nitekim, henüz bu kavramın yerine kullanılabilecek ya da içini doldurabilecek başka bir kavram ortaya atılmamıştır.
- Empati Kavramı: Biri ile konuşurken, düşüncelerine katılmıyorsak bunu hemen belirtip o insanı dinlemeyi bırakmak ya da konuşma boyunca haksız olduğunu düşünmek, ikili ilişkilerimizi olumsuz yönde etkiler. Dahası, bize asla karşımızdakini anlama fırsatı vermez. Diyaloglarımızda cevap olarak "hayır, ..." ile başlayan cümleler yerine, "evet, şu şu konularda haklısın, ama ...."yı tercih ederek empati kurmaya başlayabiliriz. Bu, karşımızdakinin gözünden hayata bakabilmektir. (Tabi bu bakış açısına göre kimse kötü değildir, çünkü herkesin bir sebebi vardır; %100 katılamasam da yine de karşındakinin gözlüklerini takabilmek iyidir).
-Irksal Ayrımlar: Kimse, yaradılıştan gelen ve elde olmayan sebeplerden ötürü ırk ayrımcılığına maruz kalamaz.

Pervin Hanım, kendi hayatından da bir takım örnekler vererek daha çok ikili ilişkiler ve karşılıklı birbirimizi anlayabilmek konuları üzerinde durdu. Sözlerini, Üstün Dökmen'in bir şiiri ile bitirdi. Bu şiirin en beğendiğim dizesini yazıyorum şimdi size:
"İnsanların yüzlerinin, gözlerinin rengi ne olursa olsun, göz yaşlarının rengi hep aynıdır."

Sırada Cezmi Bayram vardı. O ise toplumsal ilişki polemiğinde katedilen yollar ve teknolojinin gerek toplumlar arası, gerek bireyler arası, gerekse aile fertleri arası ilişkileri ne ölçüde ve nasıl etkilediği konusundan bahsetti. Aldığım notlar şöyle:
-Aile, akraba, mahalle, komşu ilişkilerinde bozulan yanları görebilmek önemlidir. Bilhassa teknolojinin gelişimi ile bozulan veyahut farklı bir boyuta kayan aile içi iletişim nasıl düzeltilebilir? Örneğin TV'nin hayatımıza girmesi ile azalan diyaloglar ve bozulan ilişkilerin farkında mıyız? Öte yandan son hükümet döneminde yapımları artan ve hız kazanan "site" tarzı yerleşim yerleri, "mahalle" kültürünü ortadan kaldırarak insanlar arasına set çekmiyor mu? Site içindekiler ve dışındakiler olmak üzere bir kesimi toplumdan soyutlamıyor mu?

Oturum, oturum başkanı İlyas Dökmetaş'ın kapanış konuşması ile sonlandı. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Aşık Veysel'den alıntılar yapıldı (Zaten salonda Aşık Veysel'in insanlığın kardeşliği ile ilgili bir şiiri asılı idi. Salon dışında kahve molalarında durulan yerde ise M. Akif Ersoy'un aynı temalı şiiri mevcuttu. Az sonra google'dan bulacağım bu şiirleri ve blogumda yer vereceğim). Osmanlı İmparatorluğu'nun "birlikte yaşama"yı ne kadar güzel icra ettiği ve farklı kültürlere ne kadar saygı gösterdiği gerçeği üzerinde duruldu.

İlyas Dökmetaş, sözlerini işte şu vurucu cümle ile sonlandırdı:
"Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğinize, dikenin çiçeği var diye sevinin."

Ardından yemek molası verildi. Dedeman Oteli'nde de yemek yemedim demem artık =) Açık büfe, gayet şık bir restoran ve bir sürü aç insan =)
Tabi ki yemek, organizasyon dahilindeydi, yani para ödemedik. Öküzlüğümü konuşturarak her şeyden biraz biraz almak isterdim, ama sanırım en hanım hanımcık ve utangaç günümdeydim, o yüzden neredeyse hiç bir şey yemedim.

İkinci oturum, saat 13.30 civarında başladı. Bu oturum biraz daha çetrefilli idi. Oturum başkanı Prof. Dr. Mustafa Koçak (Okan Ünv. Hukuk Fakültesi Dekanı), konuşmacılar Doç. Dr. Ergün Yıldırım (Yıldız Teknik Ünv. İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda benim sosyoloji hocam), Yrd. Doç. Dr. İrfan Çiftçi (İstanbul Ünv. İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi), Oral Çalışlar (Gazeteci, yazar), Ali Bulaç (Gazeteci, yazar) idi.

Oturum başkanı fazla konuşmadı, genel olarak ilk oturumu değerlendirdi ve sözü Ergün Yıldırım'a verdi. Ergün Hoca aynı dersteki gibi, akıcı ve bilimsel konuştu. Kendisi bir sosyolog olduğundan, tarihsel süreçte insan ve toplum davranışlarının üzerinde durdu. "Eşit yurttaşlık" kavramını açıkladı. Bu kavramın, ülke insanları için bir standart getirerek onları birbirlerine benzetmeye çalıştığını, öte yandan toplumdaki ayrıcalıkları da ortadan kaldırarak insanlar arası toplumsal eşitliği sağladığından söz etti. Kendi hayatını örnek vererek, aslında Elazığ'da bir çiftçi çocuğu olduğunu; fakat eğitimde eşitlik sayesinde kalkıp İstanbul'a gelerek okuyabildiğini, dahası akademisyen olabildiğini söyledi.
Ondan sonra söz alan Oral Çalışlar, tam bir siyasi konuşma yaptı. Nedense sürekli solcu kimliği üzerine vurguda bulundu, yakın tarihte ülkemizde yaşanan toplumsal sorunlardan bahsetti (Dersim başta olmak üzere). Çantasında Dersim olayları ile ilgili genel kurmay raporları bulunduğunu ve bu raporlara göre Dersim'de yakılan köyler, mağaralara doluşturularak üzerlerine bomba atılan insanlardan bahsetti ve 70 bin kişinin öldürüldüğünü söyledi. Resmen her koşulda Türkleri suçladı, bu ve bunun gibi olaylarda hep biz suçluymuşuz ve özür dileyip mütevazi olmak da bize düşüyormuş. Böyle yaparsak her şey düzelirmiş. Tam olarak kurduğu cümle tabi ki bunlar değildi ama kendisinin konuşmasından çıkardıklarım bu yöndeydi. DTP'nin yanlış bir politika izlediğini; ama bunun sorumlusunun yine bizler olduğumuzu söylemesi benim için bardağı taşıran nokta oldu sanırım. Şu cümleyi kurdu: "Evet, Emine Ayna hatalı konuştu; ama son 10 yılda DTP için neler neler söylendi bu ülkede..." Ne demek şimdi bu? Neler neler söylendi evet, ama neden acaba??!! Oral Çalışlar'ın konuşmasında rahatsız edici bir başka nokta ise, okumuş insanların aslında daha cahil olduklarını iddia etmesiydi. Bunu söylerken bilhassa akademisyenlerin bu ülkede cahil olduklarını vurguladı, ortamda onca akademisyen hoca varken. Bunu söyler söylemez yanlış bir hareket yaptığını fark etmiş olmalı ki, hemen "Sözüm meclisten dışarı" diyerek hafif bir aklanma eyleminde bulundu. (sanırım akademisyenler, Oral Çalışlar'ın kitaplarını ve yazılarını okuyarak bilgilenebilirler. Bunca yıl boşuna okumuş, ilim adamı olmuşsunuz valla, kusura bakmayın, Oral bey sizleri beğenemedi). Solcu bir aileden geldiğinden, 70 darbesinde asılan insanları büyük bir zevkle tvde izlediğinden fakat 80 darbesinde kendisinin de içeri alındığından ve hapis arkadaşının asıldığından, bunu gördükten sonra 70'lerde düşündükleri için kendinden nefret ettiğinden bahsetti. Bir şekilde buradan girerek
konuyu "hepimiz insanız ve aynı şeyleri yaşadığımızda aynılığımızı farkederiz, o an tüm farklar ortadan kalkar"a bağlamaya çalıştı. Az değil, ölüm korkusu tabi bağlar adamı...
Oral Çalışlar'ın ardından Mardin'li gazeteci Ali Bulaç konuştu. Dünya nüfusu arasında çatışan sınıflar olan fakirler ve zenginlerin %17 zengin ve %83 geri kalanlar şeklinde kümelendiklerini söyledi. Türkiye'deki toplumsal çatışmayı ise 4'e ayırdı: Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-antilaik, fakir-zengin. Öte yandan modernizm ile ilgili konuşurken 3 temel bileşenden bahsetti: Birey, sekülarizm, ulus devlet. Ayrıca şöyle bir söylemde bulundu: "Batıya gidiyoruz; ancak doğuyu tanımıyoruz." (Şahsen çok da önemli olduğunu düşünmüyorum... Şahsi kanaatim... ve evet, ilim, fen, yenilik, teknoloji batıdaysa, batıya gitmeliyiz).
2. oturum sonunda soru cevap kısmı oldu. Salondakiler daha çok Oral Çalışlar'a sorular yöneltti. Gelen sorulardan biri şöyleydi: "Dersim'de evet bir takım olaylar oldu, fakat bu olaylar nedensiz miydi? Ayrıca siz olsaydınız ne yapardınız?" Bu soruya yine Dersim'de öldürülen onbinlerce insan olduğu gibi alakasız bir cevapla karşılık veren Oral Çalışlar, sorunun tekrarlanması üzerine duymamazlıktan gelerek konuyu değiştirdi.
Soru cevap kısmından sonra kahve arası verildi. Birkaç bir şey atıştırdıktan sonra yavaştan kaçtım ben. 3. oturuma kalmadım.Zira Koreli arkadaşım Jay ile buluşup biraz gezecektik. Jay ile Beşiktaş'ta buluşup Taksim'e çıktık ve hava karardıktan sonra Galata Kulesi'nden İstanbul manzarasını izlettirdim ona. Ardından da Asmalımescit'te yemek yedik.
Her açıdan ilginç bir gündü sanırım geçen cumartesi...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Kulak Ver...


Bir yoldasın... Belki inişli çıkışlı ama güzel bir yol. Yayansın. Çevrende ağaçlar var yüksek yüksek, dağlar ve tepeler var bulutlarında kuşların ötüştüğü, kayalar var yer yer, sarı var, kahverengi var, yeşil var, mavi var ve daha nicesi... Yolda ilerliyorsun ve sadece ileriye, hedefe, yürüdüğün tek noktaya bakıyorsun. Kendi iç dünyan haricinde olan bitenlerden bihaber bir şekilde, belki sırtında çantan, elinde asan, ilerliyorsun. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş belki ama hiç bir zaman etrafı görmeden. Ağaçların arkasında, dağların ardında olup bitenler ilgilendirmiyor seni. Onları görmüyor, umursamıyorsun. Belki ağaçların arasından vahşi bir hayvan fırlayıverecek önüne. Belki yağmur var tepelerin ardında. Belki müthiş manzaralar, belki güneş, belki ay, belki sevimli şeyler...

Yolundan sap demiyorum. Yürüdüğün noktayı umursamadan sürekli çevrenle ilgilen ve güzellikleri ile çirkinliklerinde kendini kaybet de demiyorum. Benim yaptığım, ağaçların birine tırmanmak, etrafı izlemek ve geceyi orada geçirmek. Dağların arkasını tam olarak göremesem de, uzanıp görmeye çalışmak. Ağaçların sıklığından toprağı fark edemesem de yukarıdan, kokusunu içime çekmek. Gökyüzüne baktığımda kuşlar çoktan gitmiş olsa da, seslerine kulak vermek, bir süre dinlemek... Bunlar beni hedeften saptırmaz ki! Ertesi sabah uyandığımda yine aynı noktada olacağım ve çantamı sırtlayıp yoluma devam edeceğim.

Ne de güzel şey, benliğini kaybetmeden etraftaki zenginliklerin tadını çıkarabilmek! Ne de güzel şey, düşüncelerin değişmese bile bir insanı anlayabilmek!

4 Aralık 2009 Cuma

Farkettim de, uzun zamandır adam gibi duygularımı dökebildiğim soyut bir yazı yazmamışım. Bunun için gecenin sessizliğini beklemeliyim belki. Neden insanın aklına en yaratıcı düşünceler hep gece gelir ki? Sessizliğinden mi, karanlığından mı, ıssızlığından mı, kimsenin gözünü üzerine dikemeyecek oluşundan mı? Belki de hepsinin birleşimi. Zaten ders çalışabilmem için de gece olması gerekiyor, bunu farkettim.

Saat şu an 21.39. Eğer hala uyanık olursam, gecenin ilerleyen vakitlerinde güzel bir yazı ile yine bu mekanlardayım. Farkettim de, son zamanlarda daha çok içimi dökmek için kullanmaya başlamışım blogu. Bu da gün geçtikçe yine depresifleştiğimin bir göstergesi. Böyle olmamalı ama ya! Kendine gel kızım! Problem ne ki?

Herkese sevimli bir akşam diliyorum.